Sayfalar

13 Şubat 2012 Pazartesi

Gilles Deleuze’ün Ontolojisi ve Politikası

Todd May

  
 Atlantik’in bu yakasında Deleuze araştırmacılarının küçük, fakat büyüyen çevresinde, son yıllarda Deleuze düşüncesinin veçhelerine ilişkin, vurgulanması gereken, dikkate değer bir değişim olmuştur.  Başlarda, Anti-Oedipus’un yayınlanması ve ardından çevrilmesi (ve Fransa’da hakkında kopan heyecan) ile birlikte Deleuze burada esas olarak, hamuru Nietzscheci olan, politik bir felsefeci olarak ele alındı. Felix Guattari’yle birlikte yazdıkları Anti-Oedipus’a (haklı olarak) Fransa’da Mayıs’68 olaylarının etkilediği politik teori olarak bakıldı ve bunun yanı sıra tüm Deleuze düşüncesi (tamamen haklı olmayarak) simgesel biçimde de ele alındı. Ancak son yıllarda, Deleuze’ün politik görüşlerinin araştırılmasından, ontolojik görüşlerinin araştırılmasına doğru bir değişim olmuştur ve bu değişimle birlikte çoğunluğu Guattari ile birlikte yazılan son yapıtlarından ilk yapıtlara doğru, bu değişime denk düşen bir ilgi değişimi gözlenmiştir. Uzun süreden beri burada ihmal edilmiş olan Deleuze’ün merkezi yapıtı Difference and Repetition, Paul Patton’ın (kendisi burada gözden geçirilen yazarlardan biridir) 1994 tarihli çevirisiyle ortaya çıktı ve diğer ilk yapıtlarla birlikte, Deleuze’ün asıl yapıtlarının tümünü İngilizce konuşanların araştırmasına sundu. Kuzey Amerika’da önemli Deleuze destekçilerinden olan Constantin Boundas’ın Deleuze’ün ontolojisine yerleştirdiği bakış açısıyla birleştirildiğinde, şimdi Deleuze  düşüncesi araştırmacılarının, başka türlü olduğu kadar, Deleuze’ün erken yapıtlarının gözüyle de Felix Guattari’yle birlikte yazdıkları yapıtları okumaları mümkün hale gelmiştir.
O halde burada gözden geçirilen üç kitaptan ikisinin –tümü Deleuze araştırmalarına yapılan büyük katkılardır – , büyük ölçüde Deleze’ün ontolojisi üzerinde odaklanmış olması şaşırtıcı değil.  Alain Badiou'nun Deleuze: The Clamor of Being (ilk olarak 1997’de Fransızca olarak yayınlanmıştır) ve John Rajchman'ın The Deleuze Connections kitapları; her ikisi de ontolojisi yardımıyla Deleuze düşüncesine yaklaşmaktadır.  Aksine Paul Patton'un Deleuze and the Political adlı kitabı, büyük ölçüde Deleuze’ün son yapıtıyla ilgilenmektedir. Ancak bu kitap da Deleuze’ün ontolojisi üzerine önemli bölümler taşımaktadır.

 “Ontoloji” terimini Deleuze’ün yapıtına gönderme yaparak kulandığım zaman, biraz ihtiyatlı davranmak istiyorum. Deleuze’ün bir ontolojiye “sahip” olup olmaması ya da ontolojik tespitlerinin herhangi birine epistemik bir bağlılık taşıması, Deleuze araştırmacılar arasında bir tartışma kaynağıdır. Örneğin John Rajchman, Deleuze düşüncesinin, “deneyi ontolojinin, ‘Ve’yi, ‘-Dır/Dur’un önüne yerleştirdiği” yorumunu yapmaktadır (s. 6). Bu terime başvurarak, illaki, orada bulanabilen ya da bulunmayabilen bir kemer oluşturucu ontolojik yapıdan değil, Deleuze’ün yapıtında kendi yolunu açan ontolojik kavramlardan söz etmek istiyorum sadece.

 Badiou'nun metni, üçü arasında belki de en iyi bilineni ve en tartışmalı olanıdır. Kendi açısından sıkı bir ontolojist olan Badiou, Deleuze’ün projesinin, ona yüklenen yorumların çoğuna karşıt olarak, çoklukta (multiplicity) değil de daha çok tekanlamlılıkta (univocity) kökleri olan bir düşünmeyi ifade ettiğini iddia etmektedir.  “Deleuze’ün temel sorunu kesinlikle, çok olanı özgürleştirmek değil, düşünmeyi, yenilenmiş Bir kavramına boyun eğdirmektir” diye yazıyor (s. 11). Bu iddiasını tartışırken Badiou kendisini, dürüstçe Difference and Repetition ve The Logic of Sense bağlamına yerleştiriyor. Rajchman ve Patton’ın sağladığı alternatiflere dönmeden önce, Badiou'nun Deleuze yorumu ve eleştirisini yineleyerek, biraz üzerinde durmak istiyorum.

 Badiou’ya göre, Deleuze’ün düşüncesini yöneten üç merkezi ilke vardır:
 "1. Bu felsefe Bir metafiziği etrafında örgütlenir.
  2. Mülksüzleşme ve çileciliği gerektiren bir düşünce etiğini önerir.
  3. Sistematik ve soyuttur." (s. 17)

 Bu üç ilke arasında, diğer ikisini kuran ve böylece Badiou’nun ilgisinin çoğunu çeken ilk ilkedir. Difference and Repetition’da  Deleuze, Duns Scotus ile başlayan ve Spinoza’dan Nietzsche’ye geçen ve Varlığı tekanlamlı olarak ele alan tarihsel bir soyun izini sürer. Bu soy, Varlığın, söylendiği tüm şeyler hakkında bir ve aynı anlamda söylendiğini kabul eder. Deleuze büyük çoğunlukla bu görüşü onaylar, çünkü Nietzsche’nin tarzında bu görüş, bu dünyanın yargılanacağı bir tür aşkın olana baş vurmayı olanaksızlaştırır. Yapıtının başından itibaren Deleuze, her türlü aşkınlığın felsefeye müdahale etmesini reddeder ve Varlığın tekanlamlılığı bu reddetmeye uygun düşmektedir.

 Badiou, şayet Deleuze bu yolu izliyorsa, ortadan kaldırması gereken engellerden birinin, dünyanın çokluk olarak belirmesi olduğunu belirtir. Nasıl oluyor da Varlık tekanlamlı olabiliyor ve yine de çok çeşitli olarak gözükebiliyor? Badiou’nun görüşüne göre Deleuze’ün stratejisi, Varlığa kavramsal olarak iki farklı açıdan, biri tekanlamlılık yönünden, diğeri ise çokluk yönünden  yaklaşılması gerektiğini kabul etmektir. Deleuze ilk yaklaşıma ayrıcalık tanıyor. Badiou’nun belirttiği gibi, “tek anlamlılık tezini inatla sürdürmek için ödenmesi gereken bedel nihai olarak... açıktır, bu çokluk, ancak simulakra düzeninin çokluğu olabilir.” (s. 26)

 Kendi başına bu konum problematik değil. Ancak güçlükler yarattığı yer, bu ikili görüş açısının, Deleuze’ün öncelikle Varlığın tekanlamlılığını davet ederek sakınmayı istediği aşkınlığa başvurmaksızın sürdürülemeyeceğidir. Örneğin Deleuze’ün Varlığın virtüel tekanlamlılığı ile Varlığın şeylerin çokluğu halinde edimselleşmesi arasında yaptığı ayrımda, virtüel olan, edimsel olandan bölünür ve aşkınlaşır: “Deleuze’ün virtüel zemini benim için bir aşkınlık olarak kalmaktadır.” (s. 46) Deleuze’ün, farklı fakat ayırt edilemez virtüel olan ile edimsel olan fikrine başvurarak içkinliği sürdürmeye çalışmasına karşın, Badiou’nun gözlerinde bu hamle, virtüel olanın tekanlamlı bir Varlık zemini olarak hizmet görme olanağının değerini düşürür.

 Badiou’nun Deleuze’e karşı yönelttiği suçlamayı değerlendirmek için çok daha uzun bir denemeye gerek olacak. Burada sadece, aşkınlığın Deleuze’ün düşüncesi için bir tehdit olduğunu söylerken Badiou’nun haklı olduğuna inandığımı söyleyeyim, ancak bunun kaçınılmaz olması hiç de açık değildir. Deleuze, Difference and Repetition’da, Varlığın kendi başına ayrım olduğunu ve Bergsonism’de Bergson’un ontolojik geçmişinin tür bakımından saf ayrım olduğunu iddia ettiğinde, ortaya çıktığı edimsellikler kadar çok çeşitli olan bir virtüellik olanağını açıyordur. O halde Deleuze’ün Varlık kavramının tekanlamlılığı üzerinde durarak Badiou, tekanlamlılık ile özdeşliği yan yana getiriyor; bu, kesinlikle Deleuze’ün reddettiği aşkınlığa yol açacak bir hamle. 

 Badiou’nun aksine, The Deleuze Connections’da John Rajchman, Deleuze üzerinde bir çokluk düşünürü olarak odaklanarak daha standart bir rota izliyor.  Rajchman’ın görüşüne göre, Deleuze düşüncesinin itici kuvvetleri, deneyin desteklenmesidir ve bu destekleme, aşkın yol gösterici ya da değerlendirici ilke olmaksızın, çeşitli şeylerin birbirleriyle bağlanabildiği çok sayıda farklı ve önceden belirlenmemiş yolların olmasını gerektirir. “Deleuze, aşkın bir öznellik ya da öznelerarasılıktan önce bir ‘üstün amprisizm’i görecektir – ilk ya da aşkın öğeler olmaksızın ya da önce olan, öznel veya nesnel birşeye aşkın olmayacak bir ‘saf içkinliği’ varsayacak bir tür felsefi deneycilik.” ." (s. 17)

 Deleuze’ün yine Difference and Repetition’da talep ettiği şeyin, bir evrensel açıklayıcı ya da yol gösterici olarak ilk ilkeden hiyerarşik biçimde açılan ve nihai olarak bir tür dayandırıcı aşkınlığı gerektiren “dogmatik düşünce imgesi”nin aksine, Rajchman sonların bulunmadığı bir orta yerden rizomatik biçimde (Deleuze ve Guattari’nin sonraki bir imgesini kullanarak), sürgünler ve bağlantılar halinde beliren bir ampirizmi önermektedir:  bir kemer oluşturucu yapıya indirgenemeyen her türden bağlantıya ve göçebe çiftleşmeye izin veren özgür bir çokluk. 

 Böyle bir düşüncenin oluşması için, bir özneye  bir şey isnat etmek  üzerine kurulu geleneksel mantıktan tümüyle farklı olan bir mantığa gerek vardır. Bu, bir bağlaç (conjuction) ve bağlantı (connection) mantığını gerektirir. Bu yüzden Rajchman, daha önce aktarılan alıntıda, Deleuze’ün -Dır/Dur yerine Ve üzerinde odaklandığını iddia eder. Deleuze hiç bir şekilde ontolojiyi reddetmez; onu kucaklar. Ancak Deleuze’ün ontolojisi, bir isnat mantığına dayanmaz. Ayrıklığı içeren, bir bağlantı, bağlaç mantığına dayanır.

 Burada Rajchman’ın Deleuze görüşü ile Badiou’nun görüşü arasındaki keskin karşıtlığı görebiliyoruz. Badiou için Deleuze’ün mantığı her zaman, Varlığın tekanlamlılığına bağlılığı nedeniyle, Bir ve Çok’un ikici bir gerilimi olmak zorundadır. Öte yandan Rajchman’a göre, Deleuze’ün düşüncesinin özüne tekanlamlılık yerine çokluğu yerleştirme, kurmaya çalıştığı ontoloji kadar çoklu olan bir mantığa yol açar. Rajchman açısından, Varlığın tekanlamlılığı, oldukça açık biçimde bir ayrım tekanlamlılığıdır; bu bana göre, Badiou tarafından Deleuze’e atfedilen tekanlamlılığa göre Deleuze’ün düşüncesinin hareketine daha uygun düştüğü görülen bir yorumdur. Kendi düşüncesinin gereklerine göre Badiou, bir tekanlamlılıktan rahatsızdır ve böylece Deleuze’de onu gözden düşürmeye çalışırken, aksine Rajchman, Deleuze’e göre tekanlamlılığın, hem içkinliği hem de çokluğu sürdürmenin bir yolu olduğunu görerek ona, daha sempatik ve bana göre daha yerinde bir yorum katmaktadır. Deleuze’ün düşüncesinde aşkınlığa doğru eğilim gösteren gerilimler olduğuna inanıyorum ve çalışmamda onlardan bazısına yönelmiştim, ancak onların, yapıtının merkezinden daha çok kenarlarında olduğuna rastladım. 

 The Deleuze Connections’ın sonuna yakın Rajchman, bana göre hedefini bulduğu görülen ve Paul Patton’ın daha politik yorumuna bir geçişi öneren bir Deleuze yorumlama motivasyonu sunar. Rajchman, “sersemletici banallik, rutin, klişe, mekanik çoğaltım ya da otomatizmin modern dünyasında sorun, bir ikame teoloji ya da ‘auratik nesne’ değil, tekil bir imge, düşünme ve söylemenin canlı, çoklu bir yolunu çekip çıkarmaktır” diye yazıyor (s. 125). Onun görüşüne göre Deleuze, bu düşünme tarzını sunmuştur; Rajchman, bana göre, bu düşünme tarzı için harika bir kılavuz önermiştir. Paul Patton’ın yaptığı şey, bu düşünme tarzının politik düzeyde nasıl yorumlanabileceğini göstermektir.

 Rajchman gibi Patton da duru ve keskin bir Deleuze yorumcusudur. Deleuze’ü çalışmaya başladığım zaman, Patton’ın denemelerinin diğer okuduklarıma göre benim üzerimde daha fazla etki bıraktığını burada itiraf etmem olasılıkla yersiz düşmeyecek. Bunun nedeni kısmen denemelerin politik karekteri ve kısmen de karşılaştığım Deleuzecü kavramların sık çalılığında Patton’ın her zaman duru bir yol göstericilik sağlamış olmasıdır. Deleuze and the Political, bu denemelerde egemen olan izlekleri, Deleuze’ün (büyük ölçüde Felix Guattari’nin işbirliğiyle meşgul olduğu) politik düşüncesinin bir gözden geçirilmesi halinde biraraya getirir ve bu düşüncenin Deleuze’ün ontolojik yaklaşımının yarattığı bağlamdan nasıl ortaya çıktığını gösterir. Patton’ın ontolojik yaklaşımının büyük ölçüde Rajchman’ınkiyle uyumlu olması nedeniyle, Patton’ın başarı nedeni olarak gördüğü Deleuze’ü politik katkısı üzerinde duracağım. 

 Patton’ın belirttiği gibi Deleuze, geleneksel anlamda politik felsefe yapmaz. Adil bir toplumun nasıl olacağını sormaz ya da adalet veya hakların doğası ve koşullarını araştırmaz. Politik görüşlerini Nietzsche etkilemiştir; Nietzsche’nin kendi görüşleri, verili bir sosyo-politik düzenlemeye ait hakim kuvvetlere yönelik kendi yorumundan kaynaklanmaktadır.  Nietzsche, amacı, bir durumun semptomlarında bu duruma ait aktif (etkin) ve reaktif (tepkisel) kuvvetlerin düzenlenmesini görmek olan, bir politik tanı koyucu olarak görüyordu kendisini. Ayrıca tepkisel kuvvetlerin cesaretini kırıp, etkin kuvvetleri desteklemeye çalışken görüyordu kendisini. Deleuze, verili bir toplumun üyeleri olarak insanların neyi hak ettikleri sorusunun yerine, açığa çıkarılabilecek etkin kuvvetlerin çokluğu üzerinde odaklanırken, kendi yapıtında bu yaklaşımı benimsedi. Bu yüzden onun politikası sadece, birey ya da devlet düzeyinde değil – görüngüler kazanmalarına karşın – ayrıca birey-öncesi, birey-ötesi ve devlet-öncesi ve devlet-ötesi düzeylerde de gerçekleşir.   

 Politik yapıtında Deleuze’ün neyin peşinde olduğunu yakalamak için Patton, “eleştirel özgürlük” kavramını öne sürer. “Eleştirel özgürlük, standart, liberal pozitif ve negatif özgürlük kavramlarından, öznedeki değişim ya da dönüşüm koşulları üzerinde odaklanması ve öznenin bireysel ya da kolektif doğasına aldırmaması bakımından farklıdır.” (s. 83). Birkaç sayfa sonra şunları yazar: “Eleştirel özgürlük, olmak ya da şu şeyleri yapmak özgürlüğünden daha çok, kişinin şu anda olabileceği ya da yapabileceği şeyin sınırlarını aşma özgürlüğüdür.” (s. 85). Nietzscheci açıdan eleştirel özgürlük, verili bir topluluğun güncel/geçerli değerleri adına etkin kuvvetleri evcilleştirmek yerine, onların etkin biçimde kullanılmalarına izin verme yeteneğiyle ilgilenir.

 Patton’ın belirttiği gibi, Deleuzecü “oluş” kavramı, şeyleri bu tarzda görme biçiminin merkezinde yer alır. Bir oluş, bir olma durumu değil, aksine bir dönüşümdür, şeyler arasındaki bir harekettir. Bu hareket, birkaç şey arasında olabilir (burada Rajchman’ın bağlantılar kavramını düşünün), ancak, bir başka Deleuzecü terimi kullanırsak, her zaman “minoriter”dir (minoritarian). Bir oluş her zaman, verili bir toplumun hakim kavramsal kategorilerinin sunduğundan başka birşey olma meselesidir; verili olandan uzaklaşıp bir toplumun reddettiği ya da henüz farkına varamadığı birşeye yönelik bir harekettir. Kısacası, Rajchman’ın yukarıda dediği gibi tekil, canlı ve çok yönlü olan adına, geçerli anlayışlar ve olma biçimlerindeki bir aksamadır.

 Bir sosyo-politik düzenlemeye özgü olan, düzeni sürdürmeye çalışan kuvvetler – Deleuze bunlara “yeniden yerliyurdlulaştırıcı” (reterritorializing)  kuvvetler diyor – ile düzeni çökertmeye çalışan  “yersizyurdsuzlaştırıcı” (deterritorializing) kuvvetler arasında bir kararsız kılma süreci vardır. Toplumu çeşitli çizgilerden ya da Nietzsche’nin etkin ve tepkisel kuvvetleri gibi, nasıl devam edileceğini keşfetmek için verili bir bağlamda yorumlanması gereken yurdlanma ve yersizyurdsuzlaşma vektörlerinden oluşmuş olarak görür. Ancak tüm ilerleme, deney sayesinde olabilir ancak, çünkü verili bir müdahalenin sonucu, tam olarak önceden söylenemez. Verili bir yersizyurdsuzlaşmanın başarılı ya da ilgi çekici olacağı ya da etkin kuvvetleri özgürleştireceği önceden sağlama bağlanamaz, çünkü bu yersizyurdsuzlaşmaların alacağı “kaçış çizgileri” verili bir toplumun diğer çizgileri ya da vektörleriyle önceden kestirilmeyecek tarzlarda kesişir.

 Patton, toplumların tarihinin, yersizyurdsuzlaştırıcı ya da yeniden yerliyurdlulaştırıcı kuvvetlerin verili bir anda üstün gelme meselesi değil, aksine o toplumun belirmesinde bu kuvvetlerin nasıl birbirlerini etkiledikleri meselesi olduğunu belirtir. “Böylece, Deleuze ve Guattari, toplumların, kendi kaçış ya da yersizyurdsuzlaşma çizgileri tarafından belirlendiğini iddia ettiklerinde, aynı zamanda bir düzeyde başka birşeye dönüşürken, bir başka düzeyde kendisini üreten toplumun olmadığını anlatmak istiyorlar.” (s. 107).

 Bu gözden geçirme ele alındığında, Deleuze’ün politik düşüncesinin ontolojik yaklaşımıyla arasındaki sürekliliği görmek zor değil. Her iki durumda da Deleuze, akışkan ve farklılığa vurgu yapan kavramlar yardımıyla durgunluğu ve özdeşliği bozmaya çalışır. Her iki durumda da çoklu, hiyerarşik-olmayan ve arasıra kasıtlı olarak belirsiz olan düşünme tarzları ortaya koyarak, kaçınılmaz ya da katı kategoriler olarak gözükebilen şeyin altını oymaya çalışır. Sonunda Badiou’nun Deleuze’ün düşüncesine atfettiği güçlüklerin, kendimizi ve dünyamızı anlamaya yönelik tutarlı ve ilginç bir yaklaşım sunma yeteneğinin altını oyup oymayacağı ya da Rajchman ve Patton’ın onda bulduğu güce sahip olsa bile, bir kılavuz olarak yer alıp almayacağı, görülecektir. Çok sık alıntılanan bir sözünde Foucault bir keresinde, bir gün bu yüzyıl (yirminci yüzyıl) Deleuzecü olarak bilinebilir demişti. Deleuze’ün kendisinin, bu tür tahminler önceden asla kestirilemez cevabını verecek ilk kişilerden olacağını söyleyebilirim.


Çeviren: Rahmi G. Öğdül 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder