Sayfalar

14 Şubat 2012 Salı

Siyaset Üzerine On Tez

Jacques Ranciére 


Birinci Tez
 Siyaset iktidarın uygulanması değildir. Siyaset kendine has bir özne tarafından eyleme geçirilen has bir akılcılığa bağlı olan özgül bir eyleme tarzı olarak kendi kendisiyle tanımlanabilmelidir. Siyasal özneyi düşünülebilir kılan, siyasal ilişkidir; tersi değil.

 Siyaseti iktidara sahip olma mücadelesiyle ve iktidar pratiğiyle özdeşleştirmek, onu daha baştan hesaptan düşmektir ama siyaseti bir iktidar kuramı olarak ya da iktidarın meşruiyetinin temellerine dair bir soruşturma olarak kavramak da siyaset düşüncesini hesaptan düşmektir. Siyaset kendine özgü bir şey ise ve basitçe daha hatırı sayılır bir bir araya gelme tarzından ya da meşruiyet sağlama tarzıyla kendini ayırt eden bir iktidar biçiminden ibaret değilse, bunun nedeni siyasetin kendine has bir özneyi ilgilendirmesi ve bu özneyi yalnızca kendisine ait bir özne olarak tanımlayan bir ilişki tarzı içinde ilgilendirmesidir. Aristoteles, Politika'nın birinci kitabında, eşitlere hükmetme olan siyasal hükmetmeyi tüm diğer hükmetmelerden ayırdığında ya da üçüncü kitapta yurttaşı "hükmetme ve hükmedilme olgusunda payı olan" kimse olarak tanımladığında, tam da bunu demektedir. Siyasetle ilgili her şey bu özgül ilişkide, anlamını ve olanaklılık koşullarını sorgulamamız gereken bu pay-sahibi-olmadadır.

 Siyasete "has" olan hakkındaki bu sorgulama, siyasal olanın geri dönüşü ile ilgili, bugünlerde yaygınlaşmış önermelerden özenle ayırt edilmelidir. Şu son yıllarda, devletsel bir mutabakat çerçevesi içinde toplumsal olana dair yanılsamanın sonunu ve katıksız bir siyasetin geri dönüşünü ilan eden iddiaların çoğaldığını gördük. Bu iddialar genellikle aynı Aristoteles metinlerinin Leo Strauss ve Hannah Arendt'in yorumları üzerinden yapılan okumasına dayanmaktalar. Genel olarak bu okumalar, "has" siyasal düzeni, salt yaşamanın düzeni olarak kavranan zen'e karşıt olarak eu zen'in düzeniyle (bir iyiyi gözeterek yaşamanın düzeni) özdeşleştiriyorlar. Buradan hareketle, ev hayatına ait olan ile siyasal olan arasındaki sınır, toplumsal olan ile siyasal olan arasındaki sınır haline geliyor ve kendi has iyiliği tarafından tanımlanan kent-devlet idealinin karşısına, kitlelerin ve zorunluluğun saltanatı olarak modern demokrasilerin kederli gerçekliği konuyor. Katıksız siyasetin bu şekilde övülmesi, pratikte, siyasal iyilik faziletini, uzmanların aydınlattığı oligarşik hükümetlere tahvil eder. Bu demek oluyor ki siyasal olanın sözümona arındırılması, evcil ve toplumsal zorunluluktan kurtarılması, siyasal olanın basitçe ve katıksızca devletsel olana indirgenmesiyle aynı kapıya çıkar.

 Siyasal olanın ya da siyaset felsefesinin "geri dönüşü"nden dem vuran maskaralıkların ardında, siyaset felsefesini karakterize eden temel kısır döngüyü tanımak gerekir. Siyasal ilişki ile siyasal özne arasındaki bağın yorumlanmasında görülen bu kısır döngü siyasal varoluşa has bir yaşam tarzı olduğunu varsaymaktan ibarettir. Bu durumda siyasal ilişki, bu özgül yaşama tarzının özelliklerinden çıkarsanır. Siyasal ilişki, gereksinimlerin ya da çıkarların hususi ya da evcil dünyasına karşıt olarak, bir iyiye ya da özgül bir evrenselliğe sahip bir kişiliğin varoluşuyla açıklanır. Kısacası siyaset, siyasete yazgılı olanlara has bir yaşam tarzının kendini gerçekleştirmesi olarak açıklanır. Aslında siyasetin nesnesi olan bu paylaşım, siyasetin temeli olarak konulur.

 Siyaset, böyle özgül bir yaşama tarzı olarak düşünüldüğü takdirde siyasete has olan daha baştan elden gider. Siyaset kendisini önceleyen hiçbir özne tarafından tanımlanamaz. Siyasetin öznesini düşünmeyi olanaklı kılan siyasal "farklılık", siyasal ilişkinin biçiminde aranmalıdır. Aristoteles'in yurttaş tanımını yeniden ele alalım: Bir eyleme tarzında (arkhein - hükmetmede) ve bu eylemeye karşılık düşen bir edilmede (arkhestai - hükmedilmede) pay-sahibi-olmasıyla (metexis) tanımlanan bir özne adı (polités) vardır. Siyasete has olan bir şey varsa, özneler arası bir ilişkide değil, bir özneyi tanımlayan çelişkili iki terim arasındaki ilişkide bulunur. Bir özne ile bir ilişkiyi bağlayan düğüm çözüldüğü anda siyaset ortadan kalkar. Siyasal ilişkinin kökenini siyasal ilişkinin öznelerinin özelliklerinde ve bu öznelerin bir araya gelişlerinin koşullarında arayan bütün spekülatif ya da ampirist kurgularda olan biten budur. Geleneksel bir soru olan "İnsanlar hangi sebeple siyasal cemaatler halinde bir araya gelirler?", daima daha baştan bir yanıttır ve açıklama ya da temellendirme iddiasında bulunduğu nesneyi ortadan kaldırır: Yani siyasal pay-sahibi-olma biçimi, toplumcullaşma elementlerinin ya da atomlarının oyununda ortadan kaybolur. 


İkinci Tez 

 Siyasete has olan, karşıtlara katılımıyla tanımlanan bir öznenin varlığıdır. Siyaset paradoksal bir eylem türüdür.

 Siyasetin eşitlere hükmetme olduğu ve yurttaşın da hükmetme ve hükmedilme olgusunda payı olan kişi olduğu yolundaki formüller, tüm çetinliği içinde düşünülmesi gereken bir paradoksu dile getirirler. Dolayısıyla, Aristoteles'in formülünün şimdiye dek işitilmemiş ne söylediğini duyabilmek için, haklar ile ödevlerin karşılıklılığını gündeme getiren parlamenter sistem kanaatinin banal temsillerini bir yana bırakmak gerek. Bu formül, bir eylemin hem eyleyicisi hem de bu eylemin üzerinde gerçekleştirildiği malzeme olan bir varlıktan bahsediyor. Özgül bir yetenekle donatılmış bir eyleyicinin yalnızca ve yalnızca bu etkiyi alımlama özgül yatkınlığına sahip bir malzeme ya da nesne üzerinde bir etki doğurmasını isteyen normal eyleme mantığıyla çelişiyor. İki eyleme tarzı arasındaki klasik karşıtlık, yani bir yanda bir maddeye şekil veren imalat modelinin hükmettiği poiesis ile diğer yanda kendini siyaset uğraşına vermiş insanların arada-varlığını bu ilişkiden ayıran praxis arasındaki karşıtlık, bu sorunu hiçbir biçimde çözmez. Biliyoruz ki bu karşıtlık, zen ile eu zen arasındaki karşıtlıktan bayrağı alarak, belli bir siyasi katıksızlık, saflık fikrini desteklemektedir. Örneğin Hannah Arendt'de praxis'in düzeni, yeni baştan başlama gücü olarak kavranan arkhein'in gücüne sahip olan eşitlerin düzenidir. Qu'est-ce que la politique'de (Siyaset nedir?) Arendt şöyle der: "Arkhein sözcüğü, başlamak ve hükmetmek, öyleyse özgür olmak demektir". Eylemeye has bir tarz ve bir dünya bir kere tanımlandıktan sonra, böyle baş döndürücü bir kestirme yol sayesinde, başlamak, hükmetmek, özgür olmak ve kent-devlette yaşamak arasında bir dizi denklem kurmak mümkün olur (Arendt, "özgür olmak ve bir polis'te yaşamak aynı şeydir" diye yazar yine bu metinde). Bu denklemler dizisi, eşdeğerini, arkhe'nin gücüne katılımları açısından eşit olan Homeros kahramanlarının cemaatinden yola çıkarak yurttaş eşitliğini doğuran harekette bulur.

 Bu Homerik güzellemeye karşı ilk tanık bizzat Homeros'tur. Konuşmak için hiçbir sıfatı olmamasına rağmen meclis önünde konuşmakta becerikli geveze Thersitos'a karşı Odysseus, Akhalar ordusunda tek bir şef (Agamemnon) olduğunu hatırlatır. Böylece bize arkhein'in ne demek olduğunu hatırlatır: başta yürümek ve başta yürüyen biri varsa, diğerleri zorunlu olarak arkadan yürüyorlardır. Arkhein'in gücü, özgürlük ve polis - üçü arasındaki çizgi dosdoğru değil kesiklidir. Buna kani olmak için Aristoteles'in, kent-devletini her biri ayrı bir "sıfat" sahibi üç sınıftan teşkil ettiğini görmek yeter: aristoi'lerin fazileti, oligoi'lerin zenginliği, demos'un özgürlüğü. Bu paylaştırmada "özgürlük" demos'un paradoksal payı gibi görünüyor; Homeros kahramanı, tam da bu demos'un, yapacak yalnızca bir şeyi olduğunu söylemiyor muydu bize: susmak ve boyun eğmek?

 Özetle, praxis ile poiesis'in karşıtlığı polités tanımındaki paradoksu hiçbir bakımdan çözmez. Normal mantık, başka her meselede olduğu gibi arkhe meselesinde de özgül bir edilme yatkınlığı üzerinde kendini uygulayan özgül bir eyleme yatkınlığı olmasını ister. Arkhe mantığı böylelikle belirli bir astlık üzerinde kendi gücünü uygulayan belirli bir üstlüğün varlığını varsayar. Bir siyaset öznesinin ve dolayısıyla siyasetin var olabilmesi için bu mantığın sekteye uğraması gerekir. 


Üçüncü Tez 

 Siyaset arkhe mantığının özgül bir biçimde sekteye uğramasıdır. Nitekim siyaset, bir iktidarı uygulayan ile ona maruz kalan arasındaki "normal" konum dağılımının basitçe sekteye uğramasını değil, bu konumlara (positions) "has" "yatkınlıklar" olduğu fikrinin sekteye uğramasını varsayar.

 Platon, Yasalar'ın III. kitabında (690e), yönetmekle ilgili sıfatların (axiomata) ve bunlara karşılık düşen yönetilmekle ilgili sıfatların sistematik bir dökümünü yapmaya girişir. Kayda geçirdiği yedi sıfatın dördü, doğal bir fark üzerine yani doğumdan gelen bir fark üzerine kurulu geleneksel otorite sıfatlarıdır. Hükmetme sıfatına sahip olanlar, daha önce doğmuş ya da başka türlü doğmuş olanlardır. Ebeveynlerin çocuklar üzerinde, yaşlıların gençler üzerinde, efendilerin köleler üzerinde ve soyluların soysuzlar üzerindeki iktidarı böyle temellenir. Beşinci sıfat ise tüm doğal farkları özetleyen ilkelerin ilkesi olarak sunulur. Bu, üstün bir doğaya sahip olanların iktidarıdır, daha güçlü olanların daha zayıf olanlar üzerindeki iktidarıdır ki Gorgias'ta uzun uzadıya tartışılan tek elverişsizliği tam anlamıyla belirlenemez oluşudur. Altıncı sıfat Platon'un gözünde değeri olan yegâne farkı sunar: bilenlerin bilmeyenler üzerindeki iktidarı. Böylelikle elimizde dört geleneksel sıfat çifti ve onlara göre öncelikli olduğunu iddia eden iki kuramsal çift bulunuyor: doğal üstünlük ve bilimin hakimiyeti. Listenin burada bitmesi gerekirdi ama bir yedinci sıfat daha var. Bu sıfat, "tanrının seçimi", başka deyişle arkhe'yi kimin uygulayacağını saptamaya yarayan kura çekilişidir. Platon bu konuda fazla bir şey söylemez ama açıktır ki ironik olarak tanrıya ait dediği seçim, başka bir yerde ancak tanrı kurtarabilir dediği rejimi, yani demokrasiyi tarif etmektedir. Demokrasiyi karakterize eden, kura çekilişidir, yönetmek için sıfat bulunmamasıdır. Hiçbir karşıtlar çiftinin, hiçbir rol paylaşımı ilkesinin işlemediği istisna durumudur. O halde "hükmetme ve hükmedilme olgularında pay sahibi olmak", bir karşılıklılık meselesinden bambaşka bir şeydir. Bu ilişkinin istisnai doğasını teşkil eden şey, tam tersine, karşılıklılığın yokluğudur ve bu karşılıklılık yokluğu bir paradoksa dayanır: sıfat yokluğunun bir sıfat olması. Demokrasi, arkhe'yi uygulama hakkı sıfatının, sıfat yokluğu tarafından verildiği özgül durumdur. Demokrasi başlangıcı olmayan başlangıçtır, hükmetmeyenin hakimiyetidir. Bunun sonucunda, tahrip olan arkhe'ye has olan şeydir: arkhe'yi bir yatkınlık ve bu yatkınlığın uygulanması döngüsü içinde daima kendi kendini önceler kılan kendi kendini katlama özelliği; ama bu istisna durumu, genelde siyasetin özgüllük koşulunun ta kendisidir. 


Dördüncü Tez 

 Demokrasi bir siyasal rejim değildir. Demokrasi, arkhe mantığının, yani hükmetmenin hükmetmeye yatkınlık olarak önceden kavranmasının sekteye uğraması olduğu ölçüde, özgül bir özneyi tanımlayan ilişki biçimi olarak siyaset rejiminin ta kendisidir.

 Siyasete has olan metexis'i olanaklı kılan, arkhe'nin uygulanmasında her türlü pay dağılımı mantığının sekteye uğramasıdır. Demokrasinin aksiyomunu teşkil eden şey olan halkın "özgürlüğü"nün gerçek içeriği, hükmetme aksiyomatiğinin, yani bir hükmetme kabiliyeti ile bir hükmedilme kabiliyeti arasındaki korelasyonun sekteye uğramasıdır. "Hükmetme olgusu ve hükmedilme olgusunda pay sahibi olan" yurttaş, ancak korelasyon içindeki bir dizi kabiliyetin karşılıklılığının sekteye uğramasının figürü olarak demos'tan hareketle düşünülebilir.

 Öyleyse demokrasi, insanların ortak bir otorite altında toplanmalarının farklı tarzlarını belirleyen özel bir oluşum anlamında bir siyasal rejim kesinlikle değildir. Demokrasi, siyasetin kurumunun ta kendisidir, siyasetin öznesinin ve siyasetin ilişki biçiminin kuruluşudur.

 Bilindiği gibi, demokrasi terimini icat eden, demokrasinin karşıtları, yani yönetmek için yaşlılık, soyluluk, zenginlik, fazilet, bilgi gibi bir "sıfat"a sahip olan herkesti. Bu alaycı terimle şeylerin düzeninin emsali görülmemiş tersyüz oluşunu dile getirmekteydiler: "demos'un iktidarı", ortak tek özgüllükleri yönetmek için hiçbir sıfata sahip olmamak olanların hükmetmeleri olgusudur. Demos cemaatin adı olmaktan önce cemaatin bir kesiminin, fakirlerin adıdır ama "fakirler" nüfusun ekonomik bakımdan zor durumdaki kesimini tarif etmez. Sayılmayan insanları, arkhe'nin gücünü uygulamaya sıfatları olmayan, sayılacak, hesaba katılacak sıfatları olmayanları tarif eder.

 Yukarıda anılan Thersitos epizodunda Homeros'un bize söylediği tam olarak buydu. Hem demos'a, yani hesap dışı olanların (enarithmioi) ayrışmamış topluluğuna ait olup, hem de konuşmak isteyenlerin sırtına, Odysseus değneğini indirir. Bu bir çıkarım değildir, bir tanımdır. Hesap dışı olan, dinletecek sözü olmayan, demos'tandır. Odysseia'daki XII. Kitap'ın dikkate değer bir pasajı bu noktayı örneklendirir. Polydamas, görüşünün Hektor tarafından hiç kaale alınmamasından şikâyet eder. "Senin karşında, demos'tan olan konuşma hakkı bulamıyor," der ona. Oysa Polydamas, Thersitos gibi bir soysuz değildir, Hektor'un kardeşlerinden biridir. Demos bir aşağı toplumsal kategoriyi işaret etmez yani. Konuşmaya hakkı olmadığı halde konuşan, pay sahibi olmadığı şeyden pay alan, demos'tandır. 


Beşinci Tez 

 Demokrasinin öznesi ve dolayısıyla siyasetin başlıca öznesi olan halk, cemaatin mensuplarının toplamı ya da nüfusun çalışan sınıfı değildir. Nüfusun kesimlerinin her türlü sayımına nazaran fazladan olan kısımdır ve cemaatin bütününü sayılmayanların sayılması ile özdeşleştirmeyi olanaklı kılar.

 Halk (demos) yalnızca arkhe mantığının sekteye uğraması olarak, başlama/hükmetme mantığının sekteye uğraması olarak vardır. Halk ne aynı başlangıca, aynı doğuma sahip olma ile tanınabilenlerin ırkıyla ne de nüfusun bir kesimiyle ya da nüfusun kesimlerinin toplamıyla özdeşleştirilebilir. Halk, meşru tahakküm mantıklarını asıya alarak, nüfusu kendi kendisinden ayıran fazlalıktır. Bu kendi kendinden ayrılma, Atina demokrasisine kendine özgü statüsünü veren çok önemli reformda özellikle açık olarak örneklenir. Klisthenes demes'in (Antik dönemde Atina'daki mahallelere benzer yerleşim birimleri ç.n.) kent-devlet toprakları üzerinde dağılımını yeniden şekillendirecek bu reformu gerçekleştirmişti. Her kabileyi, biri şehirden, biri kıyıdan, biri de iç kesimlerden olmak üzere üç ayrı idari bölgenin eklenmesiyle oluşturan Klisthenes arkhe'nin ilkesini yani kabileleri yerel aristokratlardan oluşan şefliklerin iktidarı altında tutan ilkeyi çiğniyordu. Bu şefliklerin efsanelere konu olan bir soydan gelmeyle meşrulaştırılan iktidarının gerçek içeriği, toprak sahiplerinin ekonomi gücü olmuştu. Neticede halk, zenginlik ilkesini soyluluk ilkesinin mirasçısı olarak kabul eden mantığa terslemesine gelip yerleşen suni bir olgudur. Nüfusun kısımlarının, cemaatte pay sahibi olma sıfatlarının ve bu sıfatlara bağlı olarak mülkten onlara düşen payların her türlü efektif hesabı/sayımı karşısında soyut bir fazlalıktır halk. Halk, sayılmayanların hesabını ya da payı olmayanların payını, yani son kertede konuşan varlıkların eşitliğini gündeme sokan fazladan varoluştur ki eşitsizliğin kendisi de onsuz düşünülemez. Bu ifadeler popülist bir anlamda değil yapısal bir anlamda alınmalıdır. Çalışan ve cefa çeken halk tabakası, siyasal eylemliliğin zeminini işgal ederek kendi adını cemaatin adıyla özdeşleştiriyor değildir. Demokrasi sayesinde cemaatin bütünüyle özdeşleşen şey, cemaati toplumsal bünyenin parçalarının toplamından ayıran boş ve fazladan kısımdır. Bu ilk ayrılma, kendilerini toplumun kısımlarının her türlü sayımına artık sayı olarak kaydeden fazladan öznelerin eylemi olarak siyasetin temelini atar.

 Öyleyse siyaset sorununun kalbi bu boşluğun ve bu artık sayının yorumlanmasında yatar. Demokrasiyi gözden düşürmeye yönelik eleştiriler, siyasal halkı oluşturan bu hiçliği, aç kitlelerin ya da cahil halk tabakasının aşırı-doluluğuna indirgemekten hiç geri durmadı. Claude Lefort'un önerdiği demokrasi yorumu bu boşluğa yapısal karakterini verir ama bu boşluk kuramının kendisi iki şekilde yorumlanmaya açıktır. Bu boşluk birinci yoruma göre, arkhe'sizliktir (an-archie), iktidarın meşruluğunun yokluğudur, yani bizzat siyasalın uzamını kuran yokluktur. İkincisine göreyse kralın iki bedeninin (insani ve tanrısal) bedenden-ayrışmasının ürünüdür. Demokrasi, kralın öldürülmesiyle yani simgeselin bedenden-ayrılmış bir toplumsallık üreten çöküşüyle başlar ve bu kökensel bağ, kökensel bir kışkırtıyı beraberinde getirir: kralın ölümsüz bedeninin aşkınlığının mirasçısı ve tüm totalitarizmlerin kaynağı olan, halkın şanlı bedeninin hayali bir yeniden kuruluşu. Bu yorumun karşısına şu koyulmalıdır: Halkın çifte bedeni, hükümranın bedeninin modern kurban edilişinin bir sonucu değil, siyasetin kurucu bir verisidir. Çifte bedene sahip olan öncelikle halktır, kral değil ve bu ikilik, siyaseti her türlü toplumsal hesaba fazladan ek olarak ve tüm tahakküm mantıklarına istisna olarak var kılan boş fazlalıktır.

 Yedinci sıfat "tanrının payı"dır, der Platon. Bu tanrı payının -bu sıfatı olmayanların sıfatının- siyasette "teolojik" olan her şeyi içinde barındırdığını kabul edeceğiz. "Siyasal-teolojik" teması üzerindeki çağdaş ısrar, siyaset meselesini iktidar ve iktidarı temellendiren kökensel durum meselesi içinde eritmektedir ve liberallerin kafasındaki, kökensel bir kurban tasavvuruyla yapılan sözleşme kurgusunu çoğaltmaktadır ama arkhe'nin demokrasiyle birlikte siyaseti kuran bölünmesi, bir kurucu kurban değildir. Her türden kurban bedeninin nötralize edilmesidir. Bu nötralizasyon, Oidipus Kolonos'ta (Sofokles) adlı oyunun sonunda tam kendine uygun fablı bulabilmiştir: Atina demokrasisi Oidipus'un defninin hayrını ancak kurban bedeninin kaybolması yani Oidipus'un cesedinin nereye gömülü olduğunu aramama karşılığında görecektir. Cesedi topraktan çıkarmak istemek, yalnızca demokrasi biçimini bir kökensel günah ya da lanetlenme senaryosuyla bağdaştırmak değildir. Daha kökten bir biçimde, siyasetin mantığını iktidarın kökensel sahnesi sorununa geri götürmek yani siyasal olanı devletsel olana geri götürmektir. Başlangıçtaki simgesel felaket dramaturjisi, boş kısımı psikoz terimleriyle yorumlayarak siyasal istisnayı demokrasinin kurban semptomuna dönüştürür. Siyasete özgü ihtilafı, sayısız kökensel suç ya da cinayet çeşidinden birinin altbaşlığıymış gibi gösterir.

  
Altıncı Tez 

 Siyaset, toplum kısımlarının ve toplumsal payların dağıtılmasıyla birlikte kaybolan bir farklılığın çizdiği yol ise, bundan çıkan sonuç şudur: siyasetin varoluşu hiçbir biçimde zorunlu değildir; tersine, tahakküm biçimlerinin tarihinde daima geçici bir kaza olarak meydana gelen bir olaydır.

 Siyaset hiçbir biçimde insanların cemaat halinde toplanmasının zorunluluklarından çıkarsanabilecek bir gerçeklik değildir. Bu toplanmanın işleyiş ilkelerinin bir istisnasıdır. Şeylerin "normal" düzeni, insan cemaatlerinin, hükmetme sıfatına sahip olanların, sıfatları bizzat hükmetmeleriyle kanıtlanmış olanların hükmü altında toplanmasıdır. Hükmetmek için kullanılan farklı sıfatlar, neticede iki büyük sıfat altında toplanırlar. Birincisi toplumu tanrısal ve insani nesep düzenine geri gönderir: soydan gelen kudret. İkincisi toplumu yaşamsal ilkesi olan etkinliklerine geri gönderir: zenginliğin kudreti. Toplumların "normal" evrimi, soy hükümetinden zenginlik hükümetine geçiştir. Siyaset, şeylerin bu normal evriminden bir sapma olarak vardır. Siyasal öznelerin doğasında bu anomali kendini ifade eder: siyasal özneler toplumsal gruplar değil, sayılmayanların hesabının kayda geçiş biçimleridir.

 Halkın ırk ya da nüfus olmadığı, fakirlerin nüfusun engellenmiş kesimi olmadıkları, proleterlerin sanayi emekçileri grubu vs. olmadıkları; bunun yerine, sayılmayanların hesabının ya da payı olmayanların payının özgül bir figürü, toplum kesimlerinin her türlü hesabına/sayımına ek olarak, fazladan kaydedilen özneler oldukları ölçüdedir ki siyaset vardır. Bu payın var olması, siyasetin asıl meselesi budur ve siyasal ihtilafın konusu da budur. Siyasal ihtilaf farklı çıkarları olan grupları karşı karşıya getirmez. Cemaatteki kısımları ve payları farklı biçimde sayan mantıkları karşı karşıya getirir. "Zenginler" ile "fakirler"in mücadelesi, bu sözcüklerin bir çift oluşturabilmelerinin, cemaate ilişkin bir başka hesabın kategorilerini yerleştirebilmelerinin mümkün olması için verilen mücadeledir. Siyasal ihtilaf, siyasete has olanın ihtilaflı varlığı ve beraberinde cemaatin kısımlarının ve mekânlarının bölgelere ayrılması üzerinedir. Cemaatin kısımlarını saymanın iki biçimi vardır. Birincisi yalnızca gerçek kısımları sayar: bunlar, her türlü eklentiyi dışlamak suretiyle, soy farklılıkları tarafından tanımlanmış fiili gruplar, işlevler, toplumsal bünyeyi oluşturan yerler ve çıkarlardır. İkincisi, bunlara "ek olarak", payı olmayanların payını sayar. Birincisine polis denir, ikincisine siyaset. 


Yedinci Tez 

 Siyaset kendini özgül olarak polis'in karşısına koyar. Polis, duyumsanabilir olanın paylaşımıdır; bu paylaşımın ilkesi, boşluğun ve eklentinin yokluğudur.

 Polis bir toplumsal işlev değildir, toplumsalın simgesel olarak kuruluşudur. Polis'in özü baskı değildir, hatta canlılar üzerinde kurulan denetim bile değildir. Polis'in özü, duyumsanabilirin belli bir paylaşımıdır. Duyumsanabilirin paylaştırılması diye şuna diyoruz: pay sahibi olmanın biçimlerini tanımlamak için, önce bu biçimlerin algı kiplerini tanımlayan genellikle örtük yasa. Duyumsanabilirin paylaşımı, dünyanın kesilip biçilmesi ve dünyalara ayrılmasıdır, cemaatin nomoi'lerinin (yasalarının) temelindeki nemein'dir (pay etmedir). Bu paylaşım, sözcüğün iki anlamında anlaşılmalıdır: bir yandan, ayıran ve dışlayan şey olarak; diğer yandan, katılımı, pay alınmasını sağlayan şey olarak. Duyumsanabilirin bir paylaşımı, duyumsanabilir olanın alanında paylaşılan bir ortaklık ile birbirini dışlayan payların ayrılması arasındaki ilişkinin belirlenmesinin tarzıdır. Payların ve kısımların ayrılışını duyumsanabilir olanın apaçıklığı sayesinde önceden sezen bu paylara ayırmanın bizzat kendisi, görünür olan ile olmayanın, işitilebilen ile işitilemeyenin bir paylaşımını varsayar.

 Polis'in özü, boşluğun ve eklentinin yokluğu tarafından karakterize edilen bir duyumsanabilirin paylaşımı olmasıdır: polis'in olduğu yerde toplum kendini özgül eylem tarzlarına adamış gruplardan, bu meşgalelerin uygulandığı yerlerden, bu meşgale ve yerlere tekabül eden varlık tarzlarından oluşur. İşlevlerin, yerlerin ve varlık tarzlarının bu tam uyuşumu içerisinde hiçbir boşluğa yer yoktur. Devlet pratiğinin kalbindeki polisiye ilke, "var olmayan"ın böylece dışlanmasıdır. Siyasetin özü, cemaatin bizzat bütünüyle özdeş bir payı olmayanların payını bu düzenlemeye eklemek suretiyle, bu düzenlemenin tekerine çomak sokmaktır. Siyasal ihtilaf, siyaseti, her zaman onu -ister doğrudan yadsımak suretiyle olsun ister onun mantığını kendi mantığına tâbi kılmak suretiyle- ortadan kaldırmaya çalışan polis'ten ayırarak var eden şeydir. Siyaset, öncelikle görülebilene ve söylenebilene bir müdahaledir. 


Sekizinci Tez 

 Siyasetin asli işi, kendine ait uzamın konfigürasyonudur. Öznelerinin ve işlemlerinin dünyasını görünür kılmaktır. Siyasetin özü, bir tek dünyada iki dünyanın mevcudiyeti olarak uyuşmazlığın açığa vurulmasıdır.

 Ampirik bir veriden yola çıkalım: polis'in kamusal alana müdahalesi, öncelikle göstericileri çağırmak değil, gösterileri dağıtmaktır. Polis, bireyi yüksek sesle çağıran yasa (Althusser'in "hey sen oradaki!"si) değildir - bu yasanın dinsel tâbiyetle bir tutulması durumu hariç. Polis öncelikle orada olanın -daha doğrusu orada olmayanın- barizliğinin hatırlatılmasıdır: "Dağılın, seyredecek bir şey yok!" Polis caddede seyredecek hiçbir şey olmadığını, yoluna devam etmekten başka yapılacak hiçbir şey olmadığını söyler. Dolaşım mekânının yalnızca dolaşım mekânı olduğunu söyler. Siyaset bu dolaşım mekânını bir öznenin -halk, emekçiler, yurttaşlar- tezahür ettiği mekâna dönüştürmekten ibarettir. Mekânı, orada yapılacak olanın, orada görülecek olanın, orada adlandırılacak olanın figürlerini yeniden oluşturmaktır. Siyaset duyumsanabilirin paylaşımı üzerine kurulmuş, her tür cemaatçi nomos'u (yasayı) temellendiren nemein'in üzerine kurulmuş olan ihtilaftır.

 Siyaseti kuran bu paylaşım, asla bir pay, siyasete zorlayan ya da mecbur eden bir özellik biçiminde verili değildir. Zaten bunlar, hem kapsamları hem de uzanımları bakımından ihtilaflı özelliklerdir. Aristoteles'te siyaset kabiliyetini ya da basit yaşamdan ayrı olarak "iyiye göre yaşam"a yazgılı olmayı tanımlayan özellikler, emsal teşkil edecek biçimde ihtilaflıdırlar. Görünüşte, Politika'nın I. kitabında yapılan ayrım kadar açık bir şey olamaz: Haklı ile haksızın aisthesis'inde (duyumsanmasında) bir ortaklığı dışa vurmaya yatkın olan logos'un, yalnızca maruz kalınan hoşluk ve nahoşluk duyumlarını ifade etmeye el verebilen phoné üzerindeki insani ayrıcalığından bahsedilir. Eklemlemeli dile ve onun açığa vurma gücüne sahip bir hayvanla birlikte bulunan herkes bilir ki insani bir hayvanla, dolayısıyla siyasal bir hayvanla karşı karşıyadır. Bir tek pratik zorluk vardır, o da işaretin hangi işaretle tanındığı, karşınızda ağzıyla gürültü çıkaran insani hayvanın yalnızca bir hali ifade etmekle kalmayıp bir söz telaffuz ettiğinden nasıl emin olunduğudur. Bir siyasal varlık olarak tanınmak istenmeyene karşı ilk yapılan, onu siyasallık işaretleri taşıyan bir varlık olarak görmemek, söylediğini anlamamak, ağzından çıkan şeyin bir söz olduğunu duymamaktır. Ev içi özel yaşamın karanlığı ile eşitlerin kamusal yaşamının aydınlığı arasında kolayca kuruluveren karşıtlık için de aynı şey geçerlidir. Bir kategorinin -örneğin emekçiler ya da kadınlar- siyasal özne niteliğini reddetmek için, onun "ev" mekânına ait olduğunu ileri sürmek yeterli olmuştur: bu, kamusal yaşamdan ayrılmış bir mekândır ve buradan ortak bir aisthesis'i dışa vuran bir söylem değil, yalnızca acı, açlık ya da öfke ifade eden sızlanmalar ya da çığlıklar çıkabilir ve bu kategorilerin siyaseti, daima bu mekânları yeniden niteliğe kavuşturmak, bu mekânları -tek ortaklığı ihtilaf bile olsa- bir cemaatin/ortaklığın yeri olarak göstermek, kendini orta bir aisthesis'e katılan konuşan varlık olarak göstermek ve duyurmak olmuştur. Siyaset, daha önce görünmeyeni göstermek, daha önce salt gürültü olarak duyulabileni söz olarak duyurmak, daha önce salt tikel haz ve acıların ifadesi olarak kendini sunan şeyi ortak bir iyiliğin ve kötülüğün duygusu olarak açığa vurmak olmuştur.

 Siyasetin özü uyuşmazlıktır. Uyuşmazlık çıkarların ya da kanıların karşı karşıya gelmesi değildir. Duyumsanabilir olanın kendisiyle arasına giren mesafenin dışavurumudur. Siyasal dışavurum, daha önce görülmek için sebebi olmayanı gösterir; bir dünyayı bir başka dünyanın içine yerleştirir: örneğin fabrikanın kamusal bir yer olduğu dünyayı, onun özel bir yer olduğu, dünya içine, emekçilerin konuştukları, hem de ortaklık hakkında konuştukları dünyayı, sırf acılarını ifade etmek için haykırdıkları dünyanın karşısına yerleştirir. İşte bu sebeple, siyaset iletişimsel eylem modeliyle özdeşleştirilemez. Bu model, iletişim ortaklarının halihazırda bu halleriyle oluşmuş olduklarını ve söylemsel alışveriş biçimlerinin bir söylem ortaklığı içerdiğini ve bu ortaklıktaki kısıtlamaların daima açığa çıkarılabileceğini varsayar. Oysa siyasal uyuşmazlığa has olan, tartışmanın nesnesi ve sahnesi gibi tartışmanın taraflarının da halihazırda kurulu olmamasıdır. Ötekinin görmediği bir ortak dünyaya ait olduğunu gösteren kimse, hiçbir iletişim pragmatiğinin örtük mantığından yararlanma olanağına sahip değildir. Ücretle ilgili bir "ev içi" meselenin kamusal nitelikte olduğunu öne süren işçi, argümanının bir argüman olarak varolduğu dünyayı açığa vurmak zorundadır ve bu işlemi, bunu görmesini sağlayacak bir çerçevesi olmayan kimse için yapmalıdır. Siyasal argümantasyon, aynı zamanda argümanın argüman sayılabileceği bir dünyanın açığa vurulmasıdır: Bunun için tartışmaya ehil bir özne tarafından, tanımlanmış bir nesneye ilişkin olarak, "normalde" görmek ya da anlamak için sebebi olmayan argümanı görmesi ve anlaması beklenilen bir alıcıya hitaben sunulan bir argümandır. Siyasal argümantasyon, birbirinden ayrı dünyaları bir araya koyan paradoksal bir dünyanın inşasıdır.

 Nitekim siyasetin has bir yeri ya da doğal özneleri yoktur. Bir gösteri, şu yere sahip olduğu ve şu nesneyle ilgili olduğu için değil, duyumsanabilirin iki paylaşımı arasında bir karşı karşıya geliş biçimine sahip olduğu için siyasaldır. Siyasal bir özne, bir çıkar ya da fikir grubu değildir. İhtilafı özneleştirmeye yönelik özel bir aygıtın operatörüdür ve siyaset bu ihtilaf sayesinde vardır. Demek ki siyasal gösteri daima belli bir âna aittir, özneleri de daima geçicidir. Siyasal farklılık daima kayboluşun eşiğindedir: nüfus ya da ırk uçurumunda kaybolmaya yakın halk; çıkarlarını savunan emekçilerle karıştırılmaya müsait proleterler; tüccarların agora'sıyla karıştırılmaya yakın halkın kamusal gösteri mekânı, vs.

 Öyleyse, siyaseti bir zorunluluk dünyasına karşıt olarak eşitler ya da özgür insanlara ait özgül bir dünyadan hareketle çıkarsamak, siyasetin temeli olarak tam da siyasetin ihtilafının nesnesi olan şeyi almaktır. Böylelikle bu çıkarsama, kendi kendini "görmeyen" ve görülebilecekleri bir yerleri olmayanlara karşı bir körlüğe mecbur etmektedir. John Adams'ın fakirin bedbahtlığını "görülmeme" olgusuyla özdeşleştirdiği metni üzerine yorumda bulunan Hannah Arendt'in Essai sur la révolution'daki (Devrim Üzerine Deneme) pasajı buna örnek biçimde tanıklık etmektedir. Arendt der ki, böyle bir özdeşleştirme ancak eşitlerin ayrıcalıklı cemaatine ait bir insandan çıkabilirdi. Oysa ilgili kategorilere ait insanların bu özdeşleştirmeyi "anlaması bile zordu". "Fakirler"in tam da görünürlük halleriyle ilişkili olarak ürettikleri söylem ve gösterilerin çokluğunun karşısına bu önermenin çıkardığı sağırlık şaşkınlığa yol açabilir ama bu sağırlık hiçbir biçimde tesadüfi değildir. Tam da siyaseti oluşturan ihtilafın kalıcı nesnesi olan şeyin siyaseti temellendiren kökensel paylaşım olarak kabul edilmesiyle aynı çemberde birleşir. Homo laborans'ın "yaşam tarzları"nın bir paylaşımı içinde tanımlanmasıyla birleşir. Bu çember tikel bir kuramcının çemberi değildir. "Siyaset felsefesi"nin çemberinin ta kendisidir. 


Dokuzuncu Tez 

 Siyaset felsefesine has olan şey siyasal eylemi has bir var olma tarzında temellendirmek olduğu ölçüde, siyaset felsefesine has olan şey siyasetin kurucu ihtilafını silmektir. Felsefe bu silme işlemini bizzat siyasetin dünyasının tasvirinde gerçekleştirir. Dolayısıyla bu silmenin etkisi, bu dünyanın felsefi olmayan ya da anti-felsefi tasvirlerinde de kendini devam ettirir.

 Siyasete has olanın, tam da hükmetmek için sıfata sahip olmadığı için "hükmeden" bir öznenin varlığı olması, başlama/hükmetme ilkesinin bundan dolayı iflah olmazca bölünmüş olması ve siyasal cemaatin has anlamıyla bir ihtilaf cemaati olması - işte siyasetin felsefe tarafından ilk olarak karşılaşılan sırrı budur. "Eskiler"in "Modernler"e göre bir ayrıcalığı varsa, iyinin cemaati ile faydalının cemaati arasında karşıtlık kurmuş olmalarında değil, bu sırrı algılamış olmalarında yatar. Suya sabuna dokunmayan "siyaset felsefesi" terimi altında, felsefenin, arkhe'nin yasasının siyasal istisnasıyla karşılaşması ve siyaseti yeniden bu yasanın altına sokma çabası vardır. Gorgias, Devlet, Devlet Adamı, Yasalar diyaloglarının hepsi, "yedinci" bir sıfatın yarattığı paradoksu ya da skandalı silmeye yönelik aynı çabaya tanıklık ederler. Hepsi de demokrasiyi belirsiz bir ilke olan "daha güçlü olanın hükümeti" ilkesinin bir alt türü yapmaya uğraşır ki bunun karşısına çıkacak olan tek ilke, bilenler hükümeti olacaktır. Hepsi, cemaati tek bir paylaşım yasasının altına sokmaya ve demos'un boş kısmını cemaat bünyesinden def etmeye yönelik aynı çabaya tanıklık eder.

 Ama bu defetme, birlik ilkesine uygun olarak bütünleşmiş ve hiyerarşiye sokulmuş cemaatin iyi rejimi ile bölünmenin ve düzensizliğin kötü rejimi arasında basit bir karşıtlık kurarak yapılmamaktadır. Bir siyasal biçimi bir yaşam tarzı ile özdeşleştiren varsayımın ta kendisinde yapılmaktadır ve bu varsayım daha "kötü" rejimlerin -ve özelde demokrasinin- betimlenme usullerinde bile işler. Siyasetin bütünü, daha önce söylendiği gibi, demokratik "anarşi"nin (arkhe-sizlik) nasıl yorumlandığında kendini ortaya koyar. Platon onu demokratik insanın arzularının dağılmışlığıyla özdeşleştirecek siyasetin biçimini varoluş tarzına ve boşluğu da aşırı doluluğa dönüştürür. Platon, "ideal kent-devlet"in ya da "kapalı" kent-devletin kuramcısı olmaktan önce, siyasetin antropolojik kavramının, siyaseti bir insan tipinin ya da bir yaşam tarzının özelliklerinin hayata geçirilmesi ile özdeşleştiren kavramın kurucusudur. Söz konusu şu "insan", şu "yaşam tarzı", şu kent-devlet - hepsi de ideal kent-devletin yasaları ya da eğitim tarzı üzerine her türlü söylemden önce, hatta cemaatin sınıflara bölünmesinden bile önce siyasal tekilliği ortadan kaldıran duyumsanabilirin paylaşımından önce zaten mevcuttur.

 Nitekim "siyaset felsefesi"nin ilk hamlesi, iki sonuçlu bir hamledir. Bir yandan, Platon bir cemaatin temelini atmıştır: bölünmemiş bir ilkenin etkin kılınması olan, yerleri ve işlevleriyle ve ortak olanı içselleştirme biçimleriyle birlikte ortak beden olarak kesin biçimde tanımlanmış bir cemaat. Kent-devletin "meşgaleleri", ethos'u, yani bir ikâmetgâhta ikâmet etme tarzı ve nomos'u, yani hem yasa olarak hem de bu ethos'un kendini açığa vurduğu özgül ton olarak nomos arasında birlik yasası olarak bir ilk siyaset (archi-politique) kurar. Cemaatin bu etho-lojisi, siyaset ile polisi yeniden ayırt edilemez kılar ve siyaset felsefesi, cemaate tek bir temel vermek istediği ölçüde, siyaset ile polisi yeniden özdeşleştirmeye, siyaseti kuran hamlede siyaseti ortadan kaldırmaya mahkûm olur.

 Ama Platon aynı zamanda siyasal biçimlerin üretimini betimlemenin "somut" bir tarzını da icat etmiştir. Nihayetinde bizzat "ideal kent-devlet"in reddedilmesinin biçimlerini, felsefi "apriorizm" ile birer yaşam tarzı ifadesi olarak siyaset tarzlarının sosyolojik ya da siyaset-bilimsel çözümlemesi arasındaki ayarlanmış karşıtlık biçimlerini icat etmiştir. Bu ikinci miras daha derinliklidir ve birinciden daha dayanıklıdır. Siyasetin sosyo-lojisi, siyaset felsefesinin temel projesini gerekirse ona "karşı" gerçekleştiren ikinci kaynaktır: cemaati duyumsanabilir olanın tekanlamlı bir paylaşımı üzerine kurmak. Özellikle sayısız değişkeleri ve ikâmeleriyle modern demokrasi üzerine söylemleri (kitleler çağı, kitle bireyi, vs.) besleyen Tocqueville'ci demokrasi çözümlemesi, demokrasiyi bir toplumsal fenomen olarak, bir insan tipinin özelliklerinin kolektif gerçekleştirimi olarak yeniden betimleyerek, kendini sıfatsız sıfat ve paysız payın yapısal tekilliğini hiçleyen kuramsal jestin sürekliliği içine kaydeder.

 Öte yandan, bios politikos'un saflığına ve demokratik birey ya da kitleye karşı cemaatin cumhuriyetçi kuruluş yapısına yönelik talepler ve siyasal ile toplumsalın karşı karşıya konulması, "cumhuriyetçi" yeniden temellendirmenin apriorizmi ile demokrasinin sosyolojik betimi arasındaki aynı düğümün etkisinden pay alırlar. Siyasal ile toplumsal arasındaki karşıtlık, hangi ucundan tutulursa tutulsun, bütünüyle siyaset felsefesinin çerçevesi içinde, yani siyasalın felsefi bastırılması içerisinde tanımlanan bir meseledir. Siyasetin ve siyaset felsefesinin bugün ilan edilen "dönüşü", ne ilkesini ne de neler kazandırıp kaybettirebileceğini kavramaksızın, siyaset felsefesinin başlangıç hamlesini yansılamaktadır. Hem postmodern toplumda siyasetin sonunun geldiğinden bahseden sosyolojik tema hem de siyasetin dönüşünden dem vuran politist tema, siyaset felsefesinin çifte başlangıç hamlesinden kaynaklanır ve ikisi de aynı amaca, siyasetin unutuluşuna katkıda bulunurlar. 


Onuncu Tez 

 Siyasetin sonu ve siyasetin geri dönüşü, siyaseti toplumsalın bir hali ile devlet aygıtının bir hali arasındaki basit ilişki içerisinde yok etmenin birbirini tamamlayan iki tarzıdır. Mutabakat, bu yok etmenin kaba adıdır.

 Siyasetin özü, toplumun kendi kendisiyle farklılığını açığa vuran uyuşmazlık içindeki özneleşme tarzlarında yatar. Mutabakatın özü, çatışmaya ve şiddete karşı barışçıl tartışma ve akılcı uyum değildir. Mutabakatın özü, duyumsanabilir olanın kendi kendisine mesafesi olarak uyuşmazlığın yok edilmesi, fazladan öznelerin yok edilmesi, halkın toplumsal bedenin parçalarının toplamına ve siyasal cemaatin bu farklı kısımların çıkar ve ihtiras ilişkilerine indirgenmesidir. Mutabakat siyasetin polise indirgenmesidir. Siyasetin sonudur, yani siyasetin amaçlarının gerçekleştirimi değil, basitçe şeylerin normal halinin, yani siyasetin yokluğu halinin geri dönüşüdür. Siyasetin sonu, daima belli bir âna ait ve geçici bir etkinlik olan siyasetin daima mevcut bulunan kıyısıdır. Siyasetin dönüşü ve siyasetin sonu, aynı etkiye sahip simetrik birer yorumdur: siyasetin bizzat kavramını silmek ve siyasetin asli unsurlarından biri olan istikrarsızlığını silmek. Siyasetin dönüşü, toplumsalın gasplarının sonunu ve katıksız siyasetin dönüşünü ilan ederek, sadece, toplumsalın hiçbir biçimde kendi başına bir varoluş alanı olmayıp siyasetin ihtilaflı bir nesnesi olduğu gerçeğini karartmaktadır. Nitekim ilan ettiği toplumsalın sonu, basitçe dünyaların paylaşımı üzerine siyasal ihtilafın sonudur. O halde siyasetin dönüşü, siyasetin kendine has bir yerinin olduğunu olumlanmasıdır. Siyasetin böyle yalıtılmış kendine has yeri ancak devletin yeri olabilir. Siyasetin dönüşünün kuramcıları aslında siyasetin zamanaşımını olumlamaktadırlar. Siyaseti, ilkesi siyasetin bastırılması olan devlet pratiğiyle özdeşleştirmektedirler.

 Siyasetin sonu sosyolojik tezi, simetrik olarak, siyasetin artık bir varlık sebebi olmadığı bir toplumsal halin varlığını gündeme taşımaktadır - ister tam da bu hali doğurarak amaçlarını gerçekleştirmiş olduğu için olsun (Hegelci-Fukuyamacı egzoterik Amerikan versiyonu), ister siyasetin biçimleri artık güncel ekonomik ve toplumsal ilişkilerin yapaylığına ve akışkanlığına uyum sağlayamadığı için (Heideggerci-sitüasyonist egzoterik Avrupalı versiyon). O halde bu tez, özetle şudur: kapitalizm, mantığı sonuna kadar takip edildiği takdirde, siyasetin zamanaşımına neden olur. Bu durumda tez ya maddesizleşmiş Leviathan'ın zaferi karşısındaki siyaset için yas tutmaya ya da kapitalizmin bu had safhasına karşılık düşen toplumsallık biçimlerine uyum sağlayabilen, çatlamış, parçalı, sibernetik, oyuncul vs. siyaset biçimlerine varmaktadır. Böylelikle tam da siyasetin varlık sebebinin toplumsalın hiçbir halinde bulunmadığını ve bu iki mantığın çelişirliğinin siyasete has olumsallığı ve istikrarsızlığı tanımlayan sabit bir veri olduğunu tanıyamamaktadır. Bu demektedir ki bu tez, siyaseti kendine has bir yaşama tarzında temellendiren siyaset felsefesi tezini ve siyasal cemaati toplumsal bedenle özdeşleştiren ve bunun sonucu olarak siyaset pratiğini de devlet pratiğiyle özdeşleştiren mutabakatçı tezi, Marksist bir dolaylamayla kendi tarzında geçerli kılar. Siyasetin dönüşünün filozoflarıyla siyasetin sonunun sosyologları arasındaki tartışma, böylelikle, siyasetin mutabakat pratiğiyle yok edilmesini yorumlamak için siyaset felsefesinin önvarsayımlarını hangi sırayla kabul etmenin daha uygun olduğu tartışmasından ibarettir.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Paris Komünü Üzerine Tezler

Guy Debord, Attila Kotanyi, Raoul Vaneigem
18 Mart 1962


1
 "Klasik işçi hareketleri, hiçbir yanılsamaya kapılınmadan, özellikle de onun çeşitli siyasi ve sözde kuramsal mirasçılarına ilişkin hiçbir yanılsamaya kapılınmadan tekrar değerlendirilmelidir, çünkü bunların hepsi onun başarısızlıklarını miras almışlardır. Onun başarısızlıkları (Paris Komünü veya 1934 Asturya ayaklanması) aslında bizim için ve gelecek için şimdiye kadar ki en ümit verici başarılarıyken, bu hareketin görünürdeki zaferleri (reformizm veya devlet bürokrasisinin kurulması) onun önemli başarısızlıklarıdır" (Internationale Situationniste #7). 
2
 Komün ondokuzuncu yüzyılın en büyük festivaliydi. O, 1871 baharındaki olayların altında yattığını görebileceğimiz şey, [ayaklanmacıların] kendi tarihlerinin efendisi --günlük yaşamları düzeyindeki kadar "yönetsel" siyaset düzeyinde olmasızın-- olduklarını hissetmeleridir. (Örneğin, herkesin silahlarıyla oynadığı oyunları ele alın: onlar aslında erkle [iktidara] oynamaktadırlar). Marks "komün'ün en önemli toplumsal ölçüsü, onun fiillerindeki kendi varlığıdır" demesi, keza bu anlamda ele alınmalıdır. 
3
 Engels'in "Paris Komünü'ne bakınız --o bir proletarya diktatörlüğüydü" şeklindeki sözü, proletarya diktatörlüğünün ne olmadığını (proletarya adına, proletarya üstünde kurulan çeşitli devlet diktatörlüğü biçimleri) ortaya çıkarmak için ciddiye alınmalıdır. 
4
 Komün'ün tutarlı bir örgütsel yapıdan yoksunluğunun haklı bir eleştirisini yapmak kolaydır. Ancak bugün siyasi yapılar meselesi, Bolşevik tipteki bir yapının mirasçılarına oranla bize çok daha karmaşık gözükürken; Komün'ü, tüm hatalarının üstesinden kolayca gelinebilecek, yanlızca modası geçmiş bir devrimci ilkelliğin örneği olarak görmek yerine, bütün gerçekliği henüz keşfedilmemiş ve tamamlanmamış pozitif bir deneyim olarak değerlendirmenin zamanı gelmiştir. 
5
 Komün'ün liderleri yoktu. Ve bu, liderlerin gerekliliği işçi hareketleri içinde evrensel olarak kabul edildiği bir zamanda yaşanıyordu. Bu, onun mantığa aykırı gözüken başarı ve başarısızlıklarının ilk nedenidir. Komün'ün resmi örgütleyicileri (Marks ve Bakunin, ve hatta Blanqui ile karşılaştırıldıklarında) yetersizdiler. Ancak öte yandan, o anın çeşitli "sorumsuz" eylemleri, bugünkü devrimci hareketin devamlılığı için gerekli olan şeylerdi tam da (hatta koşullar tüm bu eylemleri saf bir yıkıcı düzeye mahkum etmiş olsa dahi --en ünlü örnek, şüphelenilen bir burjuva asla politikayla ilgilenmediğinde ısrar ettiğinde asinin onu şöyle cevaplamasıdır, "İşte ben de seni tam bu yüzden öldüreceğim"). 
6
 Halkın genel olarak silahlandırılmasının hayati önemi, pratikte ve sembolik olarak, hareketin başında sonuna değin açıkça ortaya konuldu. Halk iradesini zorla dayatma hakkından büyük ölçüde feragat edilmedi, ve [bu hak] herhangi uzmanlaşmış [askeri] birliğe bırakılmadı. Silahlı grupların bu örnek teşkil eden özerkliği, koordinasyon yokluğunda talihsiz bir yöne sahip oldu: haklın kuvvetleri, Versailles'e karşı saldırı veya savunma mücadelerinin hiçbir anında askeri etkinliğe ulaşamadı. Ancak yine akılda tutulmalıdır ki, --son kertede bir iç savaş olan-- İspanyol devrimi "halk ordusu" [denilen] böylesi bir dönüşüm adına kaybedilmişti. Özerklik ile koordinasyon arasındaki çelişki, büyük ölçüde dönemin teknolojik düzeyiyle ilgili gözüküyor. 
7
 Komün, bugüne kadarki yegane devrimci şehircilik uygulamasını temsil etmektedir --yaşama hakim örgütlerin korkutucu işaretlerine gördüğü yerde saldırmak, toplumsal alanı siyasi anlamda kavramak, herhangi bir anıtın masumluğunu kabul etmeyi reddetmek. Bu saldırıyı "lümpen-burjuvazi nihilizmi", "pétroleuses sorumsuzluğu" olarak küçümseyen herhangi birisi, bunun mevcut toplum içindeki pozitif değerine ve neden korunmaya değer olduğuna inandığını açıklamalıdır (sonuçta neredeyse herşey ortaya dökülecektir). "Tüm alan halihazırda düşman tarafından işgal edilmiştir. ... Bu işgalin yokluğunun olduğu bazı bölgeler yaratıldığında, otantik şehircilik ortaya çıkacaktır. Yapı dediğimiz şey orada başlar. Bu, modern fizik tarafından geliştirilen pozitif boşluk kavramıyla açıklanabilir" ("Basic Program of Unitary Urbanism", Internationale Situationniste #6). 
8
 Paris Komünü silahların gücünden ziyade alışkanlıkların gücüne yenildi. Bunun en skandal niteliğindeki örneği, paraya ümitsizce ihtiyaç duyulduğu bir zamanda Fransız Ulusal Bankası'nın ele geçirilmesi için topların kullanılmasının reddedilmesidir. Komün'ün var olduğu süre boyunca, banka sadece birkaç tüfek ve mülkiyet ile hırsızlığın üstünlüğüyle savunulan, Paris'teki bir Versailles bölgesi olarak kalmaya devam etti. Diğer ideolojik alışkanlıklar her bakımdan eş derecede feci olduklarını kanıtlamışlardır (Jakobenliğin yeniden dirilmesi, barikatların 1848 anılarında barikatların yenilgiyi hazırlayan [ing. defeatist] stratejisi). 
9
 Komün, eski dünyayı savunanların nasıl olup da daima devrimcilerin --özellikle de sadece devrim hakkında düşünen, ve böylece de hala bu savunmacılar gibi düşünmeye devam eden devrimcilerin-- karmaşalıklarından şu veya bu şekilde faydalandığını gösterir. Eski dünya, bu sayede düşmanları arasında temellerini (ideolojiyi, dili, gelenekleri, zevkleri) yaşatmaya devam eder, ve kaybettiği alanı yeniden fethetmekte [yaşattığı bu temelleri] kullanır. (Yanlızca devrimci proletarya açısından doğal olan eylemde-oluşan-düşünce [ing. thought-in-acts] fethedilemez bir şekilde bundan sakınabilir: Vergi Bürosu ateşe verilmişti). Gerçek "beşinci kol" bizzat devrimcilerin zihinlerindedir. 
10
Komün'ün son günlerinde Notre-Dame'ı yıkmaya giden kundakçıların, Komün'ün sanatçılarından oluşan silahlı bir taburla karşı karşıya gelmelerinin hikayesi, doğrudan demokrasinin oldukça etkileyici bir örneğidir. Bu, konseyler iktidarı açısından çözümlenmesi gerekecek sorunların neler olduğu hakkında bir fikir vermekte. İnsanlar kendilerini ifade etmek, ve böylece de bu tahribatı --o zafer anında bütün yaşamlarını bir sessizliğe veya bir unutuşa teslim etmek üzere olan-- topluma [karşı] mutlak olarak meydan okumalarının bir sembolü yapmak isterken; o sanatçılar, ilahi estetik değerler adına --ve son kertede müze kültürü adına-- katedrali savunmakta haklımıydılar? Uzmanlar olan davranan Komün'ün sanatçı partizanları, kendilerini halihazırda yabancılaşmaya karşı mücadelenin aşırı bir biçimiyle çelişki içinde bulmuşlardı. Komünardlar, silahlarının hepsinin kullanımı ile totaliter iktidar terörüne cevap vermeye cesaret etmemeleri yüzünden eleştirilmelidirler. Her şey gösteriyor ki, Komün'ün içsel şiirselliğini o anda gerçekte ifade eden şairler basitçe silinip süpürülmüştü. Komün'ün bir yığın tamamlanmamış eylemi, deneysel eylemlerinin bir "mezalim"e dönüştürülmesini ve onların [bu deneylerin] anılarına sansür uygulanmasını mümkün kıldı. Saint-Just'ın "Devrimi yarı yolda bırakanlar, sadece kendi mezarlarını kazmaktadırlar" sözü, onun kendi sessizliğini de açıklar.  
11
 Bu hareketin tarihini, (klasik romanlardaki gibi) tanrısal bir herşeyi bilme görüşü açısından değerlendirmek isteyen kuramcılar, Komün'ün objektif olarak başarısızlığa mahkum olduğunu ve başarılı bir şekilde gerçekleştirilemeyeceğini kolayca ispatlayabilirler. Onlar, orada gerçekten yaşayanlar açısından gerçekleştirmenin halihazırda orada bulunduğunu unutuyorlar. 
12
 Komün'ün cüretkarlığı ve yaratıcılığı, tabii ki günümüzle ilişkili olarak değil; ancak kendi zamanının siyasi, entelektüel ve ahlaki davranış biçimleri anlamında, paramparça ettiği bütün genel varsayımların birliği anlamında ölçülmelidir. Günümüzde hakim olan (sağ ve sol) varsayımların esaslı birliği, bugünkü karşılaştırılabilir bir patlamadan bekleyeceğimiz yaratıcılık hakkında bir fikir verir. 
13
 Komün'ün bir sahnesi olan toplumsal savaş (yüzeysel koşulları dikkate değer bir şekilde değişmiş olsa da) bugün hala sürüyor. "Komün'ün bilinçsiz eğilimlerini bilinçli kılmak" (Engels) görevinde, son söz henüz daha söylenmedi. 
14
 Neredeyse yirmi yıldır Fransa'da, Stalinistler ve solcu Hristiyanlar anti-Alman ulusal cephenin anısına, Komün'deki ulusal düzensizlik unsurunu vurgulamış ve [onun] yurtseverliği aşağılamışlardır (Bugünkü Stalinist çizgiye göre, "Fransız halkı daha iyi yönetilmek için ricada bulundu", ve nihayetinde burjuvazinin yurtsever olmayan sağ kanadının ihaneti yüzünden vahim [çaresizlik içinde alınmış kötü] tedbirler almaya yöneldi). Bu ikiyüzlü saçmalıkları çürütmek için, Komün için savaşmaya gelen yabancıların oynadığı rolü dikkate almak yeterli olacaktır. Marks'ın dediği gibi, Komün kaçınılmaz bir muharebeydi, "tarafımızdan" Avrupa'da 23 yılldır sürdürülen mücadelenin zirvesiydi.

Franz Kafka ve Liberter Sosyalizm

Michael Löwy 


 Şüphesiz, Franz Kafka’nın çalışmaları herhangi bir politik doktrine indirgenemez. Kafka vaazlar vermez fakat bireyleri ve durumları biçimlendirir. O, çalışmalarında, bir Stimmung (ruh hali) veya duygulara ve tutumlara dair bir sezgi ifade eder. Edebiyatın sembolik dünyası ideolojilerin söylemsel dünyasına indirgenemez. Edebiyat eseri felsefi ya da siyasi doktrinlere benzer bir soyut kavramsal sistem değil, daha ziyade bireylere ve şeylere dair somut düşlemsel bir evrenin yaratımıdır.1

 Bununla birlikte, bunların hiçbiri, Kafka’nın anti-otoriter ruhu, liberter duyarlılığı ve anarşizme olan sempatisi ile asıl yazıları arasındaki geçitlerden, köprülerden ve yeraltı bağlantılarından yararlanmaya mani olmamalıdır. Bu geçitler Kafka’nın çalışmalarındaki içsel manzaraya erişmemiz için ayrıcalıklı bir yol sağlarlar.

 Kafka’nın sosyalist eğilimleri yaşamının erken dönemlerinden bellidir. Çocukluk ve okul arkadaşı Hugo Bergman, akademinin son yılında (1900–1901) aralarının açılmasının sebebini “onun sosyalizmi ve benim Siyonizmim çok keskindi” diyerek aktarmaktadır.2 Ne çeşit bir sosyalizmden bahsediyoruz?

 Çağdaşı olan üç Çek yazarı anlatımlarında, Kafka’nın Çek liberter sosyalistlerine sempati duyuşunu ve onların bazı eylemlerine katıldığını belgeleriyle ortaya koyar. 1930’ların başlarında, Max Brod, 1931’de yayınlanacak olan romanı Stefan Rott için araştırmalar yapmaktadır. Araştırmaları sırasında, Çek anarşist hareketinin kurucularından Michal Kacha, Brod’a, Kafka’nın Stanislav Neumann, Michal Mares ve Jaroslav Hasek’in de içinde bulunduğu birçok Çek yazarla birlikte liberter, savaş-karşıtı ve kilise-karşıtı bir örgüt olan Mladych Klub (Gençlik Kulübü) toplantılarına katıldığını bildirir. Bu bilgi daha sonra “başka kaynaklarca da doğrulanmış” ve Brod çalışmalarına bunu dâhil etmiştir. Brod romanında Kafka’dan şöyle bahseder:

''sık sık yuvarlak masa toplantılarına katılırdı ve tek bir kelime söylemeksizin orada otururdu. Kacha, Kafka’dan hoşlandı ve onu dilimize “sessiz” olarak çevrilebilecek “Klidas” adıyla çağırdı, aslında tam olarak bu Çek yerli dilinde, “sessizliğin devi” demekti.''

 Brod asla Kafka’nın yaşamöyküsünde bahsedilen bu çalışmanın gerçekliğinden şüphe duymadı.3

 İkinci tanıklık komşu oldukları ve sık sık sokakta karşılaştığı için Kafka’yı tanıyan anarşist yazar Michal Mares’den gelir. Mares’in 1958’de Klaus Wagenbach tarafından yayınlanan çalışmasına göre Kafka, İspanyol liberter eğitimci Francisco Ferrer’in idamına karşı düzenlenen gösteriye gelmesi davetini 1909 Ekim’inde kabul etmiştir. 1910–1912 sırasında Kafka, özgür aşk, Paris Komünü, barış, Parisli aktivist Liabeuf’un idamına direniş gibi konularda Gençlik Kulubü’nün, savaş-karşıtı ve kilise-karşıtı Vilem Koerber Derneği’nin ve Çek Anarşist Hareketi’nin düzenlediği anarşist konferanslara katılmıştır. Mares ayrıca Kafka’nın bir arkadaşını hapisten kurtarmak için beş kron kefaleti ödediğini yazmaktadır. Kacha gibi, Mares de Kafka’nın sessizliğini vurgulamıştır:

“Bildiğim en iyi şey, Kafka’nın hiçbir anarşist örgütlenmeye ait olmadığı fakat bir insan olarak toplumsal sorunlara duyarlı olduğunu açıkça göstermesi ve çok güçlü bir şekilde onlara sempati duymasıydı. Bu toplantılara olan ilgisine ve sık katılımına rağmen, hiçbir zaman tartışmalara dahil olmamıştır.”

 Bu ilgi onun okumalarından bellidir -Mares’in hediye ettiği Kropotkin’in “Speech of Rebel”i (Bir Asinin Konuşmaları) ve Reclus kardeşlerin, Michail Bakunin ve Jean Grave’in yazıları. Bunlar da onun sempatisini genişletti:

 Fransız anarşistlerinin kaderi, Ravachol, ve Mother Earth’ün editörü Emma Goldman’ın trajedisi onu derinden etkiledi.4

 Bu çalışma başlangıçta biraz değişik bir versiyonuyla 1946’da bir Çek dergisinde görüldü ve eleştirilmeksizin geçildi.5 1958’de, Karl Wagenbach yazarın Prag liberter yeraltı örgütü ile bağlarına ilk kez ışık tutan Kafka’nın gençliği üzerine dikkate değer kitabını yayınladı. Bu kitap Mares’in çalışmasını ek bir bölüm olarak yeniden bastı fakat bu münasebetle, bu bilgi, iddiaların güvenilirliğini sorgulayan bir takım polemiklere yol açtı.

 Üçüncü kaynak, 1951’de ilk kez basımı yapılan Gustav Janouch’un Kafka ile Söyleşi’sidir ve 1968’de daha genişletilmiş baskısıyla yeniden yayınlanmıştır. Bu çalışma yaşamının son döneminde Praglı yazar ile 1920’de başlayan buluşmalara ilişkindir ve Kafka’nın en son anında bile liberterlere olan sempatisini yitirmediğinden dem vurur. O, Çek anarşistlerinin sadece “çok kibar ve müthiş cesaretli,” “her kelimelerine inanılması gereken dost insanlar” olduklarını tanımlamakla kalmadı aynı zamanda bu sohbetler sırasında dile getirilen siyasal ve toplumsal düşüncelerin liberter düşünüşteki güçlü etkisini de unutmadı.

 Onun kapitalizmi “herkesin hiyerarşik düzene tabi olduğu ve her şeyin zincire vurulduğu bir bağımlılık ilişkileri sistemi” olarak tasvir etmesi örneğini ele alalım. Bu ifade, sistemin otoriter karakteri üzerindeki vurgusundan ve marksizmdeki gibi ekonomik sömürüye odaklanmamasından dolayı tipik olarak anarşisttir. Örgütlü işçi hareketi konusundaki görüşleri bile partilere ve politik kurumlara karşı onun liberter şüpheciliğinden ilham almış görünüyor. Yürüyen işçilerin arkasında:
“sekreterler, bürokratlar, profesyonel politikacılar ve güç gösterisinde bulunmaya hazır tüm modern sultanlar vardır… Devrim buharlaşmıştır ve tüm geride kalansa yeni bürokrasinin çamurudur. İşkence gören insanlığın zincirleri yöneticilerin resmi evraklarından yapılmıştır.”6

 1968’de Janouch’un notlarının tüm versiyonlarının kopya edildiği zannedilen ikinci baskısı, savaştan sonra kaybolmuş ve sonra tekrar ele geçirilmiştir. O, Kafka’daki değişimi şöyle hatırlatır:
“Ravachol’un hayatı üzerine çalıştınız mı?

 Evet ama sadece Ravachol değil diğer birçok anarşistin yaşamlarını da inceledim. Godwin, Proudhon, Stirner, Bakunin, Kropotkin, Tucker ve Tolstoy’un düşünceleri ve yaşamöykülerinde kendimi derin düşünceler içinde buldum. Çeşitli gruplar ile bağlantılara girdim ve toplantılara katıldım. Kısacası, bu konuda zamanımın büyük bir kısmını ve paramı araştırmalara harcadım. 1910’da anarşist Gençlik Kulubü’nün buluşma yeri olan ve Zum kannonenkreuz olarak bilinen Karolinental bir meyhanede Çek anarşistleri tarafından düzenlenen toplantılarda yer aldım… Max Brod bana birçok kez bu toplantılarda eşlik etti, aslında, onları pek uygun bulmadı… Bana göre, bu çok ciddi bir işti. Ravachol’un izindeydim. O bana Erich Muehsam, Arthur Holitscher ve Viyanalı anarşist Rudolf Grossman’a giden yolu gösterdi… Onların hepsi insanın mutluluğu için sonuçsuzca çabalamışlardı. Onları anlıyordum. Fakat… özlemleri için onların yanında yürümeye devam edemiyordum.”7

 Eleştirmenlerin genel görüşü, gizemli kaynaklarını çok dikkat çekici bir şekilde önce kaybolup sonra bulunan notlara borçlu olan bu ikinci versiyonun ilkine göre daha az güvenilir olduğudur. Aynı zamanda, bizi ilgilendiren belirli bir noktadaki belirgin bir hataya da dikkat çekmeliyiz. Kendi iddiasına göre, Max Brod anarşist kulüp toplantılarına arkadaşıyla hiçbir zaman gitmediği gibi aynı zamanda Kafka’nın Prag liberterlerinin eylemlerine katılımından da tamamen habersizdir.

 Varsayımımız bu belgelerle öne sürüldü —Kafka’nın liberter düşünceye olan ilgisi onun kişisel yazılarındaki birkaç referansla doğrulanır. Örneğin, günlüğünde şu koşulsuz buyruğu buluruz: “Kropotkin’i unutma!”

 Kasım 1917’de Max Brod’a yazdığı bir mektupta Kafka, anarşist bir Freudçu olan Otto Gross tarafından tasarlanan İktidarın İsteğine Karşı Mücadele Haberleri adlı bir dergi projesi için gösterdiği hevesi anlatır.8 Ayrıca, Onun bazı ifadelerine ilham veren liberter ruhu da gözden kaçırmamalıyız. Bir gün Max Brod ile çalıştığı yer --davalarını savunmaya giden kaza kurbanları işçilerin yeri Sosyal Güvenlik Bürosu-- hakkında konuşurlarken söylediği vecizler, iğneleyici sözler buna örnek olabilir:

“Ne kadar alçakgönüllü insanlar. Fırtınadan yok olan binalarını almak yerine ayaklarımıza kapanıp yalvarmaya gelmişlerdi. Onlar ayaklarımıza kapanıp yalvarmaya gelmişlerdi.”9

 Muhtemelen, çeşitli anlatımlar -özellikle son ikisi- hatalar ve abartmalar içeriyor. Mares’e gelince, Klaus Wagenbach, “kesin ayrıntıların muhtemelen hatalı” veya en azından “abartılı” olduğunu kabul eder. Benzer şekilde Max Brod’a göre, Kafka’yı bilen diğer birçok çağdaşı gibi Mares de “abartmaya meyilliydi.” Özellikle yazarla yakın arkadaşlıklarının boyutu hususunda olduğu gibi.10

 Bu belgelerdeki çelişkilere ve abartılara dikkat çekmekle Çek anarşistleri ve Kafka arasında bağlar olduğu bilgisini “safi efsane” olarak nitelendirerek bütün olarak reddetmek oldukça farklı şeyler. Bu Eduard Goldstücker, Hartmut Binder, Ritchie Robertson ve Ernst Pawel’i içeren bazı uzmanların tutumudur. İlki bir Çek komünist edebiyat eleştirmeni ve diğer üçü ise değerleri inkâr edilemeyecek Kafka’nın yaşamöyküsü yazarları.

 Goldstücker’e göre, “Kafka ile anarko-komünistler arasında uzun süreli devam eden bir yakın temasa dair efsane hakkındaki şüphemin başlıca sebebi, Kafka’nın eserinin hiçbir yerinde, onların düşüncelerine aşina olduğunun belirtilerini bulmamamızdır.” Onun bakışıyla, Kafka’nın işçi sınıfına yönelik tutumu “modern sosyalizm”e dair değil, fakat daha çok “Marx öncesi” ütopyacı sosyalistlere dairdi.11

 Bu garip akıl yürütme üzerine birkaç yorumda bulunabiliriz:

- ''Anarko-komünizm'' terimi, anarko sendikalizmden liberter pasifizme farklı yönelimlere sahip dernekleri uygun bir şekilde tanımlamaktan uzaktır.

- Anarşizm işçi sınıfı yanlısı olarak bilinen alışılmış bir tutumla tanımlanamaz (liberter gelenekte bu konuda farklı bakışlar yer alır) fakat her türlü otoritenin ve kurumsallaşmış otorite olarak devletin reddiyle tanımlanır.

- Anarşist öğreti Marx’tan önce ortaya çıkmıştır ve liberter sosyalizm onun çalışmalarına ilişkin olarak yapılanmamıştır.

 Hartmut Binder Kafka’nın yaşamöyküsünü yazan, hakkında ayrıntılı ve engin bilgiye sahip bir yazardır. Aynı zamanda, Kafka ve Prag anarşist topluluğu arasındaki bağların “hayaller alemine” ait bir “efsane” olduğu tezinin en şiddetli taraftarıdır. Klaus Wagenbach da Kacha, Mares ve Janouch kadar “onun ideolojisine uygun” kaynakların güvenilebilir olma yoksunluğu ve hatta kasıtlı tahrifatlar taşıdığı gerekçesiyle suçlanır.12

 Binder’in görüşüne göre:

 “şu bir gerçek ki, Kafka’nın ölümünün ardından birkaç yıl sonrasına kadar Brod, iddia edilen bu eylemler hakkında hiçbir şey öğrenemedi… bu bilgilerin güvenilirliği dikkatle tartmak gerek. Çünkü bu dönemde Kafka ile birlikte iki geziye çıkan ve onunla hergün karşılaşan Brod’un … en yakın arkadaşının anarşist harekete ilgisinden habersiz olması neredeyse hayal edilemez… Eğer bu gerçekten hayal edilemezse (“neredeyse” bir şüphe sınırını terk eder…), o halde niçin Max Brod romanı Stefan Rott ve arkadaşının yaşamöyküsünün her ikisinde de kullandığı bu bilgiyi tamamen güvenilir olarak düşündü?”

 Benzer bir eleştiri Binder’in başka tartışmalarında da görülür;

 Yaşa dışı olarak eylem yapan bir grubun politik tartışmalarını sigara dumanıyla dolu bir pub’da dinlemek… Bu Kafka’nın kişiliği ile örtüşmeyen bir durumdur. Bununla birlikte bu durum Kafka’nın kişiliği hakkında çok az şey bilen Max Brod’a ilginç görünmez… Gerçekten, Kafka’nın çalışmalarında hiçbir şey bizi yasaya batıl bir saygıyla bağlı birine inanmaya götürmez!13

 Michal Mares’in şahitliğine niyetlendiği denemede Binder, Kafka’nın Milena Jesenska-Polak’a yazdığı ve “az bilgi sahibi” biri olarak işaret ettiği Mares hakkındaki mektubu ısrarcı bir şekilde gösterir. Binder aşağıdaki tartışmayı yapar:

 “Kafka Mares ile olan ilişkisinin yalnızca bir “Gassenbekanntschaft” (göz aşinalığı) olduğunun altını çizer. Bu Kafka’ın anarşist toplantılara hiç gitmediğinin en açık göstergesidir.”14

 En azından, bu tartışma çizgisi hakkında denilebilir ki öncül ile sonuç arasında bariz bir non-sequitur (ilgisiz sonuç) yatıyor! Onların karşılaşmaları sadece caddede yüz yüze gelmekten ibaret olsa bile, zira Kafka’nın evi Mares’in çalıştığı yere çok yakındır, bu Mares’in, edebiyat üzerine fikir söylemesine, Kafka’yı toplantılara ve gösterilere çağırmasına ve bu gibi eylemlerde onun varolduğunu doğrulamasına ve hatta bir karşılaşmada Kropotkin’in bir kitabını ona hediye vermesine engel olamamaktadır.

 Kafka’yla olan bağlarının maddi bir kanıtı olarak, Mares, yazar tarafından kendisine gönderilen 9 Aralık 1910 tarihli bir posta kartına sahip olmasını gösterir. Bunun doğrulanması imkânsız olsa da, Mares arkadaşından bu dönemde birçok mektup aldığını da iddia eder ki, bunlar evinin birçok kez aranması sonucunda kaybolmuşlardır. Binder bu belgenin varlığını inkâr etmez fakat gerçeğin üzerine gidersek, kartın Michal adına değil Josef Mares adına yazıldığını belirtir. Şahitlerce uydurulan bu “hikâyenin” apaçık yeni delillerine sahip olduğunu iddia eder. Bu, Onun Mares’le buluştuğu ve Gençlik Kulübü’nün çeşitli toplantılarına birlikte katıldıklarının tümüyle imkânsız olduğunu gösterir, çünkü Kafka onun soyadının ne olduğunu bile bilmez. Bu, çok basit bir sebep için su götürmez bir tartışmadır. Kafka ve Milena arasındaki yazışmaların Almanca baskısına göre de, Kacha’ya verilen asıl isim Michal değil fakat Josef’tir.15

 Hartmut Binder’in kitabındaki tüm tartışma, her türlü en küçük bahaneyi yakalamak üzere kasıtlı ve sistematik bir girişim olmasının üzücü izlenimini bırakıyor. Amacı, Kafka’nın imajını muhafazakârların gözündeki -Prag liberterleri tarafından düzenlenen toplantılarda yer aldığına dair- şüphelerin karanlık gölgesinden temizlemek olarak görünüyor.

 Birkaç yıl sonra onun Kafka hakkındaki yaşamöyküsünde, yeri gelmişken ilgi uyandırıcı bir kitaptır, Ernest Pawel’in Binder’in tezinin tarafını tuttuğu görülür. Onun deyimiyle, Kafka hakkında “büyük mitlerden birini gömmenin” tam vaktidir. Bu “Gençlik Kulübü olarak adlandırılan Çek anarşist grup içinde çalışan gizli teşkilatçı Kafka efsanesi” olacaktır. Bu efsane “eski anarşist Michal Mares’in -Kafka’yı anarşist toplantı ve gösterilere katılan bir arkadaşı ve yoldaşı olarak tanımlayan 1946’da yayımlanan gerçekten uzak hatıraların yazarı- verimli hayal gücünün” bir ürünüdür.

 Bu hikâye onun bilinen tüm yaşamı, arkadaşları ve karakteri hakkında tamamen yanlış bir izlenim verir. Niçin Kafka, bağlantılarını her gün gördüğü arkadaşından saklamak istemiş olsun ki?16

 Bu “efsane” kirli çamaşırları kolaylıkla ortaya çıkarır çünkü ortaya atılan sorular hiçbir kaynakla benzeşmez. Mares, Janouch ve Kacha (Pawel tarafından bahsi geçmez) Kafka’nın anarşist bir grup içindeki bir entrikacı olduğundan söz etmemişlerdir. Mares açıkça Kafka’nın hiçbir örgütün üyesi olmadığı gerçeğinde ısrar etmiştir. Hiçbir olayda, Kafka bir “gizli teşkilat” içerisinde olmamıştır fakat kamuya açık önemli bazı konularla ilgili toplantılara katılmıştır. “En yakın arkadaşından bazı şeylerin saklanmasının” anlamı Max Brod’a göre, bu tartışma çizgisindeki anlamsızlığı açığa vurur.

 Ernest Pawel bu tezin doğruluğunu kanıtlayan başka bir kanıt sağlar. Prag Polis kayıtları “Kafka ile ilgili en küçük bir ibare içermez.”17 Bu kanıt yeterli değildir. Polis çeşitli liberter derneklerce düzenlenen kamu toplantılarına katılan tüm insanların isimlerini tutmak konusunda çok şanslı değildir. Onlar yalnızca dinleyen ve hiçbir şey söylemeyen insanlardan daha ziyade dernek başkanlarıyla ve “elebaşları” ile ilgilenirler…

 Pawel, bu çalışmaların daha da sulandırılmış versiyonlarıyla öne sürülen gerçeklerin geçerliliğini kabul etmeye duyduğu istek hususunda Binder’den ayrılır. Kafka gerçekten bu çeşit toplantılarda bulunmuştur fakat sadece “ilgili bir seyirci olarak”. Üstelik Kropotkin ve Alexander Herzen’in felsefi ve şiddet-karşıtı anarşizmlerine de yakınlık duymuştur.18

 Biz şimdi Praglı Yahudi yazarın çalışmaları ve yaşamı üzerinde önemli bir denemenin yazarı olan Ritchie Robertson’ın bakış açısını sınayacağız. Onun düşüncesine göre, Kacha ve Mares’in sağladığı bu bilginin “şüphecilikle ele alınması” gerekir. Bu konudaki başlıca kanıtlarını Goldstückcer ve Binder’den ödünç almıştır. Brod’un, arkadaşının bu toplantılara katılımı konusundan habersiz olması nasıl mümkün olabilir? Kafka’ya yalnızca Gassenbekantschaft (göz aşinalığı) olduğu olduğu halde Mares’in şahitliğine ne kadar değer verilebilir? Gerçek tutarlılıktan yoksun bu çeşit itirazları çürütmeyi tekrar etmemin hiç önemi yok.

 Robertson’un kitabında tümüyle yeni ve ilginç olan Kafka’nın politik düşüncelerine alternatif bir yorum öne sürme girişimidir ki buna göre, o ne sosyalist ne de bir anarşist değil, bir romantiktir. Robertson’un düşüncesinde, bu anti-kapitalist romantisizm ne sol ne de sağ eğilimli olabilirdi.19 Fakat eğer romantik anti-kapitalizm, muhafazakâr ve devrimci düşüncenin belirli biçimleri için ortak bir matris ise –ve bu anlamda, sol ve sağ arasındaki geleneksel bölünmeleri etkileyerek aşıyorsa- romantik yazarların kendilerine yine de iki kutuplu bu dünya görüşünden -gerici romantisizm ve devrimci romantisizm- biri etrafında yer edinmeleri gerekir.20

 Gerçekten, anarşizm, liberter sosyalizm ve anarko-sendikalizm “solun romantik anti-kapitalizmi”nin paradigmatik bir örneğini oluşturur. Sonuç olarak, Kafka’nın düşüncelerini romantik olarak tanımlamak, bana tamamen yerinde görünür. Fakat bu, onun “sol ile ilgili” ya da daha somut olarak, liberter eğilimli romantik bir sosyalist olmadığı anlamına gelmez. Tüm romantiklerde olduğu gibi, onun modern uygarlık eleştirisi de geçmişe yönelik özlemle renkleniyordu, onun açısından bu geçmiş, Doğu Avrupa Yahudi topluluklarının Yiddiş kültürünce temsil edilirdi. Dikkate değer bir kavrayışla, André Breton, “şu anı işaretlerken”, Kafka’nın düşünceleri, “Prag sinagogu’nun saatinin kadranıyla sembolik bir şekilde geriye döner” diye yazmıştır.21

 Kafka’nın yaşam öyküsündeki anarşist serüven hakkındaki en ilginç şey (1909–1912), ki bu bize onun çalışmalarına dair kavrayışımızı aydınlatacak en kullanışlı anahtarlardan birini sağlar, özellikle 1912 sonrası yazdıklarıdır. Bu anahtarlardan birinin önemi üzerinde durmak istiyorum, çünkü bu çalışmanın cazibesi aynı zamanda onu hiçbir tekanlamlı yoruma indirgenemez kılan çokanlamlı (polisemantik) karakterinden kaynaklanmaktadır. Liberter ethos onun başlıca edebi metinlerinin merkezindeki farklı durumlarda tezahür eder, fakat her şeyden önemlisi, bu, radikal eleştirel bir tarzda özgürlük yokluğunun akıl çıkmayan korkunç suretinde temsil edilir: Otorite’de. André Breton’un çok güzel belirttiği gibi “Başka hiçbir eser, düşünme eylemini gerçekleştiren kişinin dışsal bir egemenlik ilkesini kabul etmesine böylesine güçlü bir şekilde engel olmaz.”22

 Kafka’nın romanlarında, “kişilik yokoluşu”ndan artan bir şeyleşmeye doğru bir hareket şeklinde liberter esinli bir otorite karşıtlığı sürer: ataerkil ve kişisel otoriteden yönetimsel ve anonim otoriteye kadar.23 Bir kez daha belirtmek gerekirse, bu bir politik öğreti sorunu değildir, fakat başlıca silahı ironi ve mizah olan -Andre Breton’a göre ruhun yüce bir isyanı olan kara mizah- bir zihinsel durum ve eleştirel duyarlılıktır.24

 Bu tutum Kafka’nın babasıyla ilişkilerindeki kişisel kökleri sezdirir. Yazara göre, ataerkil ailelerdeki (pater familias) despotik otorite politik zorbalığın bir arketipidir. Babaya Mektup’ta (1919), Kafka “benim gözümde, doğruluğu kendi düşüncelerine değil kişiliğine dayandıran bir zorbanın anlaşılmaz kişiliğine bürünüyordun,” der. Babasının işçilere uyguladığı vahşi, adil olmayan, ve keyfi davranışlarıyla yüz yüze gelerek, içgüdüsel şekilde kurbanlarla özdeşleşmeye başladı:

 ''Dükkanı benim için dayanılmaz kılan şey sana kıyasla benim kendi durumum hakkında bana daha fazla şey hatırlatmasıdır… Bu, zorunlu olarak, neden işçilerin partisine üye olduğumu gösterir.''25

 Kafka’nın edebi eserlerinde otoriteryanizmin temel özellikleri şöyle belirtilir: 

 Keyfilik: Sıklıkla kurbana aşırı ve saçma talepler gösterilerek yapılan, hiçbir ahlakî, rasyonel ve insanî gerekçe olmaksızın yukarıdan dayatılan kararlar. 

 Adaletsizlik: Suçluluk -haksız bir şekilde- hiçbir kanıta gerek duyulmaksızın olmuş gibi kabul edilir ve cezalandırma önemsiz olan ya da hiç var olmayan “suç”a kıyasla bütünüyle orantısızdır.

 İlk önemli edebi çalışması Yargı’da (1912), Kafka ataerkil otorite üzerine odaklanır. Kahramanın (Georg Bendemann) tümüyle otoriter karara direnç göstermeksizin boyun eğen biri olarak görüldüğü nadir çalışmalarından biridir: Baba oğluna kendini nehirde boğması için emir verir! Bu romanı Dava ile karşılaştırırken, Milan Kundera şunları gözlemler:

 Bu iki suçlama, kınama ve idam arasındaki benzerlik, Kafka’nın kapalı aile totalitarizmiyle büyük öngörülerini birbirine bağlayan sürekliliği gözler önüne serer.26 Bu iki büyük roman (Dava ve Şato) arasındaki fark ise, eserlerde kusursuz bir şekilde anonim ve görünmez olan “totaliter” bir gücün varlığıdır.

 Bu bakış açısıyla, Amerika (1912–1914), ara bir çalışmayı temsil eder. Otoriter karakterler ya ataerkil figürler (Karl Rossmann’nın babası veya amcası Jakob) ya da üst düzey otel yöneticileri (personel başı veya kapıcı şefidir). Fakat ikincisi bürokratik kayıtsızlık ile dar kafalı ve acımasız kişisel bir despotizmi birleştirerek kişisel tiranlığın bir yönünü elinde bulundurur. Kafka, New York limanının girişinde dikili olan meşhur Özgürlük Heykeli ile simgelenen Amerikan demokrasisinin sırrını, heykelin elindeki meşaleyi kılıçla değiştirmek suretiyle bozar. Adil ve özgür olmayan bir dünyada, çıplak zor ve keyfi güç bölünmez bir egemenliği elinde tutar gibi görünür. Kahramanın sempatisi toplumun kurbanlarına yönelir. İlk bölümdeki şoför “fakir bir adamın güçlünün ellerindeki ıstırabının” bir örneğidir. Bir de açlık ve yoksulluk tarafından intihara sürüklenen Therese’nin annesi vardır. Karl Rossmann biricik arkadaşlarını ve dostlarını yoksullar arasında bulur: Therese’nin kendisi, öğrenciler, onu polise teslim etmeyi kabul etmeyen işçi sınıfından komşuları, çünkü Kafka’nın dile getirdiği gibi “işçiler otoritelerin tarafında değildirler.”27

 Kafkanın çalışmalarındaki büyük dönüm noktası Amerika’dan kısa bir süre sonra yazılan Ceza Sömürgesi’dir. Evrensel edebiyatta, otoriteyi böylesine adaletsiz ve cani bir yüzle sunan çok az metin vardır. Otorite hikâyede ikincil karakter olarak rol alan kamp kumandanı (eski ve yeni) gibi kişisel bir güç ile bağlı değildir. Gerçekten, otorite kişisel olmayan bir mekanizma içinde meydana gelir.

 Hikâyenin bağlamı bu örnekte Fransız sömürgeciliğidir. Sömürgenin subayları ve komutanları Fransız’dır, idamı bekleyen düşük rütbeli askerler, rıhtım işçileri ve kurbanlar ise yurdun “tek kelime Fransızca anlamayan” “yerli” insanlarıdır. Yerli bir asker yasal öğretiyi keyfiyetin timsali birkaç sözcük ile özetleyebilen subaylar tarafından ölüme mahkûm edilir. Suç asla sorgulanmamalıdır! Askerlerin idamı iğnelerle vücuduna “Sizin yüce şerefiniz” sözcüklerini yavaş yavaş oyan bir işkence aygıtı tarafından gerçekleştirilmelidir.

 Romanın ana karakteri, gelişen olayları sessiz bir düşmanlıkla izleyen gezgin değildir. Ne de güç bela tepki gösteren suçlular, idama başkanlık eden subaylar, ne de sömürgenin komutanlarıdır. Ana karakter makinenin kendisidir. 

 Bütün hikâye subay tarafından gezgine verilen çok detaylı bir açıklama esnasında “kendi içinde sonlu” olarak görünen bu uğursuz aygıtın merkezindedir. Alet adamı idam etmek için var olmuş değildir, tersine kurban aletin hatırı için vardır. Yerli subay, makineye, üstüne kendi estetik başyapıtını, pek çok “tezyinatlar ve süslemeler” ile tazvir edilmiş kanlı kitabesini yazabileceği bir beden sunar. Subay sadece makinenin bir hizmetkârıdır ve sonunda kendini bu doymak bilmez Moloch’a kurban eder.28

 İnsanların yaşamlarını kurban verdikleri hangi somut “güç makinesi” ve “otorite aygıtı” Kafka’nın zihnindeki? Ceza Sömürgesi Ekim 1914’te yazılmış, üç ay sonra ise Büyük Savaş patlak vermiştir.

 Dava ve Şato’da, hiyerarşik, soyut ve kişisel olmayan bir “aygıt” olarak otoriteyi buluruz. Vahşi, dar kafalı ve alçak karakterlerine rağmen, bürokratlar yalnızca bu makinenin dişlileridir. Walter Benjamin’in keskin bir biçimde gözlemlediği gibi, Kafka, eylemleri prosedürler tarafından kontrol edilen, emirlerini harfiyen yerine getirmesine ve daha ziyade manipüle edilmesine rağmen belirsiz kalan, akıl ermez bürokratik bir aygıt tarafından kaderinin belirlendiğini anlayan modern vatandaşın bakış açısıyla yazar.29

 Kafka’nın eseri, Prag’daki çevresinde derinlere kök salmıştır. Andre Breton’un işaret ettiği gibi, Kafka’nın yazıları “Prag’ın tüm göz kamaştırıcılığını ve büyüsünü ortaya koyar” fakat aynı zamanda mükemmel bir şekilde evrenseldir.30 Sık sık iddia edildiğinin aksine, onun başlıca iki romanı eski Avusturya-Macaristan imparatorluğu devletinin bir eleştirisi değildir fakat daha ziyade modern devlet aygıtıyla uğraşır. Kafka’nın devlet eleştirisi, bu yabancılaşmış, gerçek bir varlık gibi yorumlanan (hypostatise) ve bağımsız bürokratik sistemin “kendi içinde sonlu” hale dönüştürülmesine olduğu kadar, onun anonim ve kişisel olmayan karakterine de temas eder. 

 Şato’dan bir bölüm, özellikle bu bakışı aydınlatıyor. Kara mizah eseri olan bir bölümde, kasabanın belediye başkanı resmi aygıtı, “kendi kendisine” çalışıyor gibi görünen bağımsız bir makine olarak tanımlar:

 “Yönetimsel organizmanın, aynı önemsiz işlerle uğraşmaktan dolayı yıllardan beri dayanmak zorunda olduğu gerilim ve öfkeye artık daha fazla tahammül edemeyeceği ve görevlileri bertaraf ederek kendi üstüne hüküm vermeye başladığı söylenebilir.”30

 Kafka’nın, içinde bireyler arasındaki ilişkilerin şeye ya da bağımsız bir nesneye dönüştüğü bürokratik makinenin kör bir dişli şebekesi şeklindeki işleyiş tarzı üzerine derin bir kavrayışı vardı. Bu Kafka’nın eserinin en modern, en güncel ve en anlaşılır yönlerinden biridir.

 Liberter esin Kafka'nın romanlarının merkezinde yer alır. Bize devletten bahsettiği zaman, ister “idare” ister “adalet” biçiminde olsun, bireyleri ezen, boğan ve öldüren gayri şahsi bir tahakküm sisteminden söz eder. Bu, özgürlük yokluğunun galip geldiği, can çekişen, donuk ve anlaşılması güç bir dünyadır. Dava genellikle kehanette bulunan bir eser olarak takdim edilir. Öngörülü hayal gücüyle yazar, totaliter devletin ve Nazi ya da Stalinist gösteri davalarının adaletini önceden görmüştü. Sovyet dostu bir yolcu olmasına rağmen Bertolt Brecht, 1934’de (Moskova gösteri davalarından daha önce) Walter Benjamin ile yaptığı bir sohbette Kafka hakkında şu etkileyici fikri beyan eder:

 Kafka’nın tek sorunu örgütlenmeye ilişkindi. Kavradığı şey, insanların ortak varoluş biçimleri nedeniyle kendilerine yabancılaşmalarının yolu olan karınca yuvası devletinden önceki kederimizdi. Ve O, örneğin GPU’nun yöntemleri gibi yabancılaşma biçimlerini önceden tahmin etmişti.32

 Praglı yazarın ileri görüşlülüğüne hiç şüphe etmeden hürmet ederken, yine de bu çalışmada Kafka’nın “istisnai” bir devlet tanımı yapmadığının akılda tutulması gerekir. Eserlerinin akla getirdiği, anarşizme bariz bağlantısını gösteren en önemli fikirlerden birisi, “normal” hukuki ve anayasal devletin yabancılaşmış ve baskıcı doğasıdır. Dava’nın daha ilk sayfalarında Joseph K.’nın her yerde barışın mevcut olduğu, bütün yasalara uyulduğu bir hukuk devletinde yaşadığı açıkça ifade edilir, öyleyse kim ona kendi evinde saldırmaya cüret etmiştir?33

 Çek anarşistleri arasındaki arkadaşları gibi o da, devletin her türlü biçiminin ve bu sıfatla devletin, otoriter ve özgürlük-katili bir hiyerarşi olduğunu anlamış görünüyor.

 Doğası gereği devlet ve onun adaletinin her ikisi de yalanlar üzerine kurulu sistemlerdir. Hiçbir şey bunu Dava’daki yasanın bekçisi meselinin konusu üzerine K. ve papaz arasında geçen diyalogdan daha iyi anlatamaz. Papaza göre, “bekçiye duyulan saygının sorgulanması yasanın sorgulanmasıdır” Bu, tüm düzen temsilcilerinin klasik iddiasıdır. K. İtiraz eder; eğer insan bu görüşü kabul ederse “bekçinin bize söylediği her şeye inanmalıyız”, ki bu ona imkânsız görünür:

 “Hayır, der Papaz. Onun söylediği her şeyi doğru olarak kabul etmeye mecbur edilmedik. Gerekli olarak kabul edilenler kâfidir.
  İç karartıcı bir düşünce, dedi K… Yalanı, dünyanın ilkesi haline getiriliyor.”34

 Kafka üzerine denemesinde Hannah Arendt’in doğru bir şekilde gözlemlediği gibi, papazın vaazı şunu açığa çıkarır:

“kutsal teoloji ve bürokratların en derin inançları kendileri adına gerekli bir inançtır. Bürokratlar, son tahlilde, gerekliliğin memurlarıdır.”35

 Sonuçta, devlet ve yargıçlar, kurbanların avlanmasından daha az adli yönetimle idare eder. Amerika’daki özgürlük meşalesinin yerine kılıcın konulduğu tasvirle karşılaştırdığımızda, Dava’da Titorelli tarafından yapılan Adalet Tanrıçası’nı temsil ettiği varsayılan resim, doğru ışık altında Av Tanrıçasının kutlama töreni haline gelir. Bürokratik ve adli hiyerarşi, Dava’nın kurbanı Joseph K.’ya göre, sınırsız bir örgütlenme kurar:

“bu örgütlenme sadece satın alınabilir gardiyanlar, ahmak soruşturmacılar, sorgu hâkimleri değil... bunun yanında uşaklar, katipler, jandarmalar, yardımcılar hatta cellatlardan oluşan zorunlu maiyetiyle yüksek yargıçlar topluluğunu devam ettiriyor. Bu sözcükleri söylemekten kaçınmam.”36

 Başka bir deyişle, devlet otoritesi öldürür. Joseph K. kitabın son bölümünde iki memur onu “bir köpek gibi” ölüme sürüklediği zaman, o cellâtları tanıdıklaştırır.

 Kafka’ya göre, köpek metafizik değilse bile, etik bir kategoriyi temsil eder. Köpek, kim olurlarsa olsunlar otoritelere köle gibi sunulan herkestir. Tüccar-Block‘un avukatın önünde diz çökmeye zorlanması buna tipik bir örnektir:

“O artık bir müvekkil değildi, avukatın köpeğiydi. Eğer avukat ona sanki bir köpek kulübesi olan yatağının altında sürüklenmesini ve havlamasını emrettiyse, Block bunu memnuniyetle yapacaktı.”

 Joseph K.’dan daha fazla yaşaması gereken utanç, cellatlara direnmeksizin boyun eğen “bir köpek gibi” (Dava’nın son sözleri) ölmektir. Ayrıca bu Ceza Sömürgesi’nde “köpek gibi itaat” ile davranan ve kaçmaya bile teşebbüs etmeyen mahkûmun durumuyla da aynıdır. 37 

 Amerika’daki genç Karl Rossmann otoritelere direnmeye kalkışan -fakat her zaman başarılı olamayan- kişilerin bir örneğidir. Ona göre, bu, “herhangi bir direnişe gönüllü olmayanlar”  gibi bir köpek haline gelmek anlamına gelmez. Bir köpek gibi itaat etmeyi ve sürüklenmeyi reddetmek, özgürlüğe doğru yürüyüşte ilk adımdır. Fakat Kafka’nın romanları ne olumlu bir kahraman ne de gelecek ütopyaları barındırır. Bu romanlar yalnızca çağımızın ölü yüzünü (facies hippocratica) alaycı ve anlaşılır bir şekilde göstermeye çalışır.

 “Kafkaesque” kelimesinin günlük söz dağarcığımıza girmesi bir rastlantı değildir. Bu terim sosyoloji ve siyasal bilimin gözden kaçırmaya eğimli olduğu toplumsal gerçeğin bir yönünü belirtir. Liberter duyarlılığı ile Kafka, bürokratik kâbusun ezici ve saçma tabiatını, donukluğunu, ve aşağıdan ve dışarıdan görüldüğü gibi devlet hiyerarşisinin kurallarının akıl ermez ve anlaşılmaz karakterini yakalamakta olağanüstü şekilde başarılıdır. Bu, genellikle kendisini bürokratik makinenin (“işlevsel” ya da “işlevsel olmayan”, “akılcı” ya da “akıl-öncesi” karakteri gibi) “içeriden” ve “tepedekilerin”, otoritelerin ve kurumların görüş açısından incelemekle sınırlandıran sosyal bilimlerle ters düşer.”38

 Sosyal bilimler, milyonlarca insanın her gün karşılaştığı modern toplumların en karakteristik fenomeni olan şeyleşmiş bürokratik aygıtın “baskıcı etkisi” konusunda henüz bir kavram oluşturmadı. Bu esnada, toplumsal gerçekliğin bu özsel boyutu hakkında Kafka’nın eserlerine yapılan referanslar fikir vermeye devam edecektir.


Çeviren: Muraz Arslan 


Notlar:
1. Cf. Lucien Goldmann, “Materialisme dialectique et histoire de la littérature” Recherches Dialectiques, Paris: Gallimard, 1959. pp. 45-64
2. Hugo Bergmann, Memories of Franz Kafka in Franz Kafka Exhibition (Catalogue). The Jewish National and University Library, Jerusalem. 1969. p. 8.
3. Max Brod, Franz Kafka, pp. 135–136.
4. Michal Mares, “Comment j’ai connue Franz Kafka,” Klaus Wagenbach’a bir ek olarak basıldı. Franz Kafka: Années de jeunesse (1883–1912), Paris: Mercury of France, 1967. pp. 253.
5. Michal Mares, “Meetings with Franz Kafka,” Literarni Noviny no. 15 (1946). P.85 ve sonrası. Bu versiyon Klaus Wagenbach’ın diğer kitabında da yer alır, Franz Kafka ins Selbstzeugnissen und Bilddokumenten, Hamburg: Rowohlt, 1964. p. 70.
6. G. Janouch. Kafka M’a dit, Paris: Calmann-Levy, 1952. pp. 70, 71, 135, 107, 108, 141.
7. G. Janouch, Conversations avec Kafka, Paris: Maurice Nadeau, 1978.pp. 118–119.
8. F. Kafka, Diaries und Briefe, Frankfurt. FischerPublishing House, 1975. p. 196. Kafka ve Otto Gross konusunda bakınız: G. Baioni, Kafka: Letteratura ed Ebraiasmo Turin: Einaudi, 1979. pp. 203-205.
9. M. Brod, Franz Kafka, Paris: Gallimard, 1945. pp. 132–133
10. Bakınız K. Wagenbach, Franz Kafka: Années de jeune… (1958) p.213 ve Franz Kafka in Selbstzeugnissen, (1964) p.70. ve Max Brod, Streitsbares Leben 1884–1968, Munich-Berlin-Vienna: F.A. Herbig. 1969.p.170 ve Ueber Franz Kafka, Franfurt: Fischer Library. p. 190.
11. E. Goldstücker, “Uber Franz Kafka aus der Prager Perspektive” 1963 Goldstücker, Kautman, Reimann (ed.) Franz Kafka aus Parager Sicht, Prague, 1965. pp. 40-45.
12. H. Binder. Kafka-Handbuch, volume 1. Der Mencsh und seine Zeit, Stuttgart: Alfred Kroener. 1979. pp. 361–362.
13. Ibid. pp. 362–363. Kafka’nın bazı bilgileri gizlyebilceği düşüncesi, yaşamöyküsünde önemi vurgulanan Brod’a şaşırtıcı gelmeyecektir: “Benden farklı olarak, Kafka kapalı bir mizaca sahipti ve ruhunu hiç kimseye açmazdı, bana bile. Onun bazen önemli şeyleri kendine sakladığını çok iyi biliyordum.” Max Brod. Streitbares Leben, pp. 46-47.
14. Binder, Kafka-Handbuch, 1. p. 364 . Cf. Kafka. Lettres a Milea, Paris: Gallimard, 1988. p. 270.
15. M. Mares, Wagenbach içinde, Franz Kafka: Années de jeunesse, p. 254. H. Binder, Kafka-Handbuch, 1.pp.363-364. F. Kafka, Briefe an Milena, Frankfurt: S. Fischer, 1983. p. 336 (editör’ün notu).
16. Binder, op cit. P. 365.
17. E. Pawel, ibid. p. 162.
18. Ibid. Pp. 162-163. Kitabın başka bir bölümünde, Pawel Kafka’yı “parti politikalarına çok fazla önem vermeyen metafizik bir anarşist” olarak zikreder. -bana bir etiketten çok daha fazlası gibi görünen bir tanım. Janouch’un hatıralarına göre, Pawel onları “aklın makul kabul edebileceği” fakat “tedbire bağlı” olarak düşünür.
19. R. Robertson, Kafka, Judaism, Politics and Literature, Oxford: Clarendon Pres, 1985. pp. 140-141: Kafka’nın siyasi eğilimlerini araştıracak olursak, gerçekte, bunu sol ve sağ arasındaki alışılmış zıtlığın terimleriyle düşünmek yanıltıcı olur. En uygun içerik, Michael Löwy’nin “romantik kapitalizm karşıtlığı” olarak adlandırdığı ideoloji olurdu... Romantik kapitalizm karşıtlığı, Löwy’nin terimini kullanırsak, her ne kadar “sanayileşmecilik karşıtı” olsa da sahip olduğu farklı versiyonları ile daha doğru olabilir... fakat genel ideoloji olarak sol ve sağ karşıtlığını aşmıştır.
20. Romantizmi, Pour une sociologie des intellectuels revolutionnaires. L'evolution politique de Lukacs adlı kitabımda analiz etmeye çalıştım. Paris: PUF, 1976 (Londra’da yayınlanan İngilizce çevirisi, R. Robertson tarafından zikredilmiştir.) Daha yakınlarda arkadaşım Robert Sayre, Revolte et melancholie. Le romanticisme á contre-courant de la modernité, Paris Payot, 1992. adlı kitabında konuyu inceledi.
21. A Breton, Presentation of Kafka in his Anthologie de l’humour noir, Paris: Sagittarius:1950.p. 263
22. A. Breton, Anthologie de l’humour noir, p.264
23. Anarşizm ve romantisizm üzerine daha detaylı bir çalışma için, size kendi kitabımı tavsiye ederim. Redemption et Utopie: Le Judaisme libertaire en Europe central, Paris: PUF, 1988, chapter 5.
24. Breton. “Lightning Rod,” Introduction to Anthologie de l’humor noir. p.11.
25. Kafka, Letter to the Father, 1919, in Préparatifs de noce a la campagne, Paris: Gallimard, 1957. pp. 165-179.
26. M. Kundera, “Something left Behind” Le Debat no. 6. June 1981. p. 58.
27. F. Kafka, Amerika, Frankfurt: Fischer Publishing House 1956. pp. 15, 161.
28. F. Kafka, “In the Penal Colony” Erzaehlung und kliene Prosa. New York. Schocken Boks, 1946, pp. 181.
29. W. Benjamin, Letter to G. Scholem, 1938. Correspondance, Paris: Aubier: 1980. II. p. 248.
30. A. Breton. Anthologie de l’humor noir Paris: Sagittaire, 1950. p. 263.
31. F. Kafka, Le Chateau, Paris: Gallimard.1972 p. 562
32. Cf. Walter Benjamin, Essais sur Brecht, Paris: Maspero, 1969. p. 132.
33. F. Kafka, The Trial, New York.: Schoken,1970. p. 4; Der prozess, Frankfurt: Fischer, 1979, p. 9.
34. F.Kafka. The Trial, p.220.
35. H. Arendt. Sechs Essays. Heidelberg: Lambert-Schneider,1948.p.133.
36. The Trial, pp. 45-46. vurgular benim ML.
37.  F. Kafka. The Trial, p. pp. 193-194, 227. Le Proces, Paris: Gallimard, 1985. pp. 283, 309, 325, and “In der Strafkolonie”, p.181.
38. Miche Carrouges’in zekice vurguladığı gibi: “Kafka, eğitimli ve saygın insanlar olup yasanın nedenlerini ve niçinlerini anladıklarını düşünen kanun adamlarının ortak bakış açısını reddeder. Onları ve yasayı, yasayı anlamaksızın itaat eden yoksul kitlelerin bakış açısından dikkate alır.
Fakat O Kafka olduğu için, bu sıradan saf cehaleti, acı ve mizahla, gizem ve berraklıkla dolu yüksek bir ironi seviyesine çıkartır. Adli bilgideki insani cehalete dair ve mağdurun cehaletindeki insani bilgiye dair olan herşeyin maskesini düşürür.” M. Carrouges. “In the Laughter and the Tears of Life” Cahiers de la Compagnie M. Renaud, J.L. Barrault, Paris, Julliard, October 1957, p. 19.