Dave
Morland
Giriş
Toplumsal anarşizm, birbirinden tamamen farklı unsurlar içermesi ve tutarlı bir bütün oluşturmayışıyla kötü şöhret kazanmış bir ideolojidir. İtiraz edenler kadar sempatiyle yaklaşan yorumcuları da onu çok çeşitli alanlara yayılmakla ve bu nedenle de tekil, kabul edilebilir bir ideoloji yaratamamakla sık sık suçlamıştır (Chomsky, 1970; Ball & Dagger, 1991; Miller, 1984). Bir dereceye kadar bu doğrudur, toplumsal anarşizm gevşek ve çeşitlilikler içeren bir ideolojidir, hatta kimi yorumcular açısından belki de açık ve net bir şekilde kategorize etmek için bile fazla ele geçmez. Ne var ki, benim de dâhil olduğum başka yorumcular, toplumsal anarşizmin, tanımlanabilir bir ideoloji olarak adlandırmak için yeterince tutarlılık ve katılık içerdiği konusunda hemfikirler (Morland, 1997; Woodcock, 1975). Üzerinde anlaşmaya varılmış akademik bir inşa olarak toplumsal anarşizm zorluklarla dolu, bunun yanında, anarşinin kendisini tanımlama meselesi de bir sorunsal olarak kalıyor. Toplumsal anarşizm 19. yüzyıldan bugüne belli bir ilerleme kaydederken, geçtiğimiz yüzyıl anarşist düşünce içinde bir dizi farklı kolun ortaya çıkışına tanık oldu. Oluşan bu yeni kollardan en önemlisi büyük oranda Bookchin tarafından yayılan toplumsal ekolojidir. Bunun dışında primitivizm (örneğin Zerzan) ve postyapısalcı anarşizm (örneğin May) dâhil olmak üzere başka kollar da mevcut.
Toplumsal anarşizm ve anarşinin tanımlanmasında baş gösteren farklılıklar anarşist düşünce ve yazının içine işlemiş durumda. Yine de anarşistler anlaşamadıkları noktalarda bir şekilde mutabakata varabiliyorlar. Bu mutaabakat noktalarının en önde gelenlerinden birisi de iktidar meselesi. Rasyonel seçim teorisinden hareketle Michel Taylor; (1982: 11–13) iktidarı, karşı karşıya gelinebilecek mevcut eylemlerin dizimini (range) değiştirebilme yetisi olarak tanımlıyor. Ne var ki, Taylor’ın da göz önünde bulundurduğu gibi iktidar aynı zamanda toplumdaki grupların pozisyonları ve kendi tercih ettikleri sonuçları garanti altına alma kapasiteleriyle de ilgili bir kavram. Bu, Marshall’ın gruplandırdığı toplumdaki iktidar çeşitleriyle de uyum gösteren bir tanım: Marshall iktidar tiplerini adetlere dayalı geleneksel iktidar, devlet ve orduda olduğu gibi henüz elde edilip yasalara yerleştirilmiş iktidar ve genelde öncü (vanguard) partilerle özdeşleştirilen devrimci iktidar olmak üzere üçe ayırıyor (Marshall, 1992: 45 – 46). Muhakkak ki iktidar kavramı anarşist teorinin merkezi kavramlarından birisi ve yeni veya eski tüm anarşistler, iktidarın mümkün olduğu her yerde kökünden sökülmesi ve ortadan kaldırılması konusunda hemfikirler. Toplumsal anarşistler, özellikle bir noktada en çok yoğunlaşan iktidara yani devletin elindeki iktidara saldırırlar. Toplumsal anarşistlerin marksizmin, devrimci stratejinin başarılı olabilmesi için proleterya diktatörlüğünün şart olduğu konusundaki ısrarına yönelttikleri eleştirinin temelinde de iktidar kavramı yatmaktadır. Benzer şekilde, anarşistler zaman zaman da devlete muhaliflikleriyle tanımlanırlar. Bu durum toplumsal anarşizmin devlet karşıtı bir ideoloji olmasının sebebini de açıklar. Anarşistlerin hepsi olmasa da çoğu, toplumsal anarşizmi, devletsiz bir gelecek toplumu yaratmakla eşdeğer görür. (Bkz: Malatesta’nın klasik ifadesi, 1974.*) Etimolojik açıdan bakıldığında anarşi yönetimin ya da hükümetin olmaması dururmudur. Bu nedenle anarşiden söz edildiğinde kasıt “devletsiz toplum”dur (Carter, 1993: 141). Bu noktadaki sorunlardan biri bu tanımın tarihsel geçerliliğinin kuşkulu olmasıdır. Bury’nin açıklamasının da ortaya çıkardığı gibi, anarşi sözcüğü köken itibariyle bir hükümetin ya da devletin değil; Arhonların (Archon: eski Atina’da yönetimdeki dokuz hâkimden biri -ç.n.), devlet memuriyetinin yokluğu anlamına gelir (Bury, 1963: 188).
Yazının bu bölümü, anarşinin ya da toplumsal anarşizmin tanımlanmasında ortaya çıkan sorunları listeleme veya bunlara çözüm bulma girişimi değil. Bu bölümde son dönemdeki anti-kapitalist toplumsal hareketlerle birlikte incelendiğinde postyapısalcı perspektifin, yeni anarşist pratik biçimlerinin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili önemli bir içgörüye sahip olduğu öne sürülüyor. Postmodernizmi ya da yaşam tarzı anarşizmini suçlayan Toplumsal Anarşizm mi Yaşam Tarzı Anarşizmi mi? (1995) adlı metninde Bookchin bu tartışmanın taslağını çizmeye çalışmıştı. Bookchin’in bu eseri beklendiği gibi anarşist çevrelerde genel bir kabul görmedi. Bu esere yöneltilen eleştirilerin sert örneklerinden biri Bob Black’in Anarchy After Leftism (Solculuktan Sonra Anarşi) (1997) adlı çalışmasında görülebilir. Toplumsal anarşizm ve postyapısalcı anarşizm arasındaki ilişkiye odaklanırken amacım, anarşizmin doğasına dair tamamen özgün iddialarda bulunmak değil. Bu bölümün asıl amacı toplumsal anarşizm anlayışının genişletilmesinin önemini izah etmek. Buradaki niyetim diğer anarşi türlerini yok saymak ya da değersiz kılmak değil, buna karşın yalnızca (postmodern ve postyapısalcı tezahürlerine odaklanarak) anarşist teori ve pratiğin nasıl ayrı bir şey geliştirerek, aynı zamanda geleneksel politik, toplumsal ve ekonomik baskı biçimlerine karşı direnişi nasıl beslediğinin altını çizmektir.
Toplumsal Anarşizm
Son dönemdeki anti-kapitalist gruplarla toplumsal anarşizmi2 ortaklaştırabilen şeylerden biri negatif bir birlik ekseninde ortak bir çizgiye gelmeleridir. Yani, toplumsal anarşistlerle son dönemin anti-kapitalist protestolarını karakterize eden geçici ittifaklar, karşı durdukları şey nedeniyle birleştiler. Anti-kapitalistler için kapitalizm, küreselleşme ve çok uluslu şirketler en sık adını andıkları düşmanlardır. Toplumsal anarşistler de benzer düşmanları hedef alıyorlar. Daha da önemlisi, anti-kapitalistler de toplumsal anarşistler de güç ilişkilerine dair bir haritacılığın, bir tek hâkim iktidar merkezinin bulunduğu bir harita ortaya koymayacağının önemini belirtiyorlar. İster eski olsun ister yeni, tüm anarşistler, güç ilişkilerinin çoklu bir ağ yapısına sahip olduğu ve buna göre direnilmesi gerektiği noktasında ısrarcıdırlar.
Hiyerarşi, eşitsizlik ve kapitalizm karşıtı argümanlara anarşist literatürde bolca rastlanır. Burada toplumsal anarşizmin hem marksist teoriye olan borcuna hem de onu reddedişine dair kanıtlar bulabiliriz. Toplumsal anarşizmin bir taraftan marksizmdeki kapitalizme yönelik ahlaki eleştiriyi sahiplenirken diğer taraftan tercih ettiği devrim stratejileri sebebiyle reddetmesine en güzel örneklerden biri Bakunin’dir. Anarşizm ve marksizmin insan doğası kavrayışlarında ciddi farklılıklar olsa da Bakunin kapitalist üretimin insanlıktan çıkarıcı sonuçlarına saldırırken Marx’ın yabancılaşma kavramına başvurur. Bu durumun (toplumsal ve postyapısalcı anarşizm arasındaki farklar açısından) önemi, bu marksist kavramın benimsenmesinin toplumsal anarşizmin temelci perspektifini yansıtıyor olmasıdır. Bu noktada toplumsal anarşizm ve marksizm, kapitalizmin insanlıktan çıkarıcı etkilerininin insan doğası mefhumu karşısında ölçülebileceği varsayımında birbirlerine yaklaşırlar. Toplumsal anarşizm ve marksizmdeki insan doğası kavrayışları birbirlerinden farklı olsa bile, insan doğasının merkezi önemi iki ideolojinin de en ciddi ortak referans noktasıdır. Marx’ın kapitalizmin yabancılaştırıcı ve sömürücü yönlerine dair ahlaki eleştirisini üzerine inşa ettiği temel insan doğasıdır ki bu Bakunin gibi toplumsal anarşistlerin de paylaştığı temelci bir bakış açısıdır.
Ancak iş en uygun devrimci stratejiyi belirlemeye geldiğinde, iki ideoloji arasındaki bu ortak noktalar yerini mücadeleye bırakır. Marx ve Bakunin’in Birinci Enternasyonel’deki tartışmalarının ve bunun ardından gelen devrim metodolojisinin amaç ve araçları üzerine daha geniş anlaşmazlıkların esası rakip insan doğası kavrayışlarına dayanır. Bu durumla ilgili olarak Miller (1984: 93), anarşistlerin marksist bir proletarya diktatörlüğüne geçilmesinin yeni bir yönetici elitin gelişmesine yol açacağına dair kaygıları yüzünden kesinlikle daha gerçekçi bir insan doğası perspektifine sahip olduklarını ileri sürer. İktidarın insan doğası üzerindeki yozlaştırıcı etkileri, Bakunin’in ve diğerlerinin anarşist yazılarında iyi bir şekilde belgelenmiştir ve anarşistlerle marksistlerin Birinci Enternasyonel’den sonraki bölünmeleri bunu tamamlar.
Giriş
Toplumsal anarşizm, birbirinden tamamen farklı unsurlar içermesi ve tutarlı bir bütün oluşturmayışıyla kötü şöhret kazanmış bir ideolojidir. İtiraz edenler kadar sempatiyle yaklaşan yorumcuları da onu çok çeşitli alanlara yayılmakla ve bu nedenle de tekil, kabul edilebilir bir ideoloji yaratamamakla sık sık suçlamıştır (Chomsky, 1970; Ball & Dagger, 1991; Miller, 1984). Bir dereceye kadar bu doğrudur, toplumsal anarşizm gevşek ve çeşitlilikler içeren bir ideolojidir, hatta kimi yorumcular açısından belki de açık ve net bir şekilde kategorize etmek için bile fazla ele geçmez. Ne var ki, benim de dâhil olduğum başka yorumcular, toplumsal anarşizmin, tanımlanabilir bir ideoloji olarak adlandırmak için yeterince tutarlılık ve katılık içerdiği konusunda hemfikirler (Morland, 1997; Woodcock, 1975). Üzerinde anlaşmaya varılmış akademik bir inşa olarak toplumsal anarşizm zorluklarla dolu, bunun yanında, anarşinin kendisini tanımlama meselesi de bir sorunsal olarak kalıyor. Toplumsal anarşizm 19. yüzyıldan bugüne belli bir ilerleme kaydederken, geçtiğimiz yüzyıl anarşist düşünce içinde bir dizi farklı kolun ortaya çıkışına tanık oldu. Oluşan bu yeni kollardan en önemlisi büyük oranda Bookchin tarafından yayılan toplumsal ekolojidir. Bunun dışında primitivizm (örneğin Zerzan) ve postyapısalcı anarşizm (örneğin May) dâhil olmak üzere başka kollar da mevcut.
Toplumsal anarşizm ve anarşinin tanımlanmasında baş gösteren farklılıklar anarşist düşünce ve yazının içine işlemiş durumda. Yine de anarşistler anlaşamadıkları noktalarda bir şekilde mutabakata varabiliyorlar. Bu mutaabakat noktalarının en önde gelenlerinden birisi de iktidar meselesi. Rasyonel seçim teorisinden hareketle Michel Taylor; (1982: 11–13) iktidarı, karşı karşıya gelinebilecek mevcut eylemlerin dizimini (range) değiştirebilme yetisi olarak tanımlıyor. Ne var ki, Taylor’ın da göz önünde bulundurduğu gibi iktidar aynı zamanda toplumdaki grupların pozisyonları ve kendi tercih ettikleri sonuçları garanti altına alma kapasiteleriyle de ilgili bir kavram. Bu, Marshall’ın gruplandırdığı toplumdaki iktidar çeşitleriyle de uyum gösteren bir tanım: Marshall iktidar tiplerini adetlere dayalı geleneksel iktidar, devlet ve orduda olduğu gibi henüz elde edilip yasalara yerleştirilmiş iktidar ve genelde öncü (vanguard) partilerle özdeşleştirilen devrimci iktidar olmak üzere üçe ayırıyor (Marshall, 1992: 45 – 46). Muhakkak ki iktidar kavramı anarşist teorinin merkezi kavramlarından birisi ve yeni veya eski tüm anarşistler, iktidarın mümkün olduğu her yerde kökünden sökülmesi ve ortadan kaldırılması konusunda hemfikirler. Toplumsal anarşistler, özellikle bir noktada en çok yoğunlaşan iktidara yani devletin elindeki iktidara saldırırlar. Toplumsal anarşistlerin marksizmin, devrimci stratejinin başarılı olabilmesi için proleterya diktatörlüğünün şart olduğu konusundaki ısrarına yönelttikleri eleştirinin temelinde de iktidar kavramı yatmaktadır. Benzer şekilde, anarşistler zaman zaman da devlete muhaliflikleriyle tanımlanırlar. Bu durum toplumsal anarşizmin devlet karşıtı bir ideoloji olmasının sebebini de açıklar. Anarşistlerin hepsi olmasa da çoğu, toplumsal anarşizmi, devletsiz bir gelecek toplumu yaratmakla eşdeğer görür. (Bkz: Malatesta’nın klasik ifadesi, 1974.*) Etimolojik açıdan bakıldığında anarşi yönetimin ya da hükümetin olmaması dururmudur. Bu nedenle anarşiden söz edildiğinde kasıt “devletsiz toplum”dur (Carter, 1993: 141). Bu noktadaki sorunlardan biri bu tanımın tarihsel geçerliliğinin kuşkulu olmasıdır. Bury’nin açıklamasının da ortaya çıkardığı gibi, anarşi sözcüğü köken itibariyle bir hükümetin ya da devletin değil; Arhonların (Archon: eski Atina’da yönetimdeki dokuz hâkimden biri -ç.n.), devlet memuriyetinin yokluğu anlamına gelir (Bury, 1963: 188).
Yazının bu bölümü, anarşinin ya da toplumsal anarşizmin tanımlanmasında ortaya çıkan sorunları listeleme veya bunlara çözüm bulma girişimi değil. Bu bölümde son dönemdeki anti-kapitalist toplumsal hareketlerle birlikte incelendiğinde postyapısalcı perspektifin, yeni anarşist pratik biçimlerinin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili önemli bir içgörüye sahip olduğu öne sürülüyor. Postmodernizmi ya da yaşam tarzı anarşizmini suçlayan Toplumsal Anarşizm mi Yaşam Tarzı Anarşizmi mi? (1995) adlı metninde Bookchin bu tartışmanın taslağını çizmeye çalışmıştı. Bookchin’in bu eseri beklendiği gibi anarşist çevrelerde genel bir kabul görmedi. Bu esere yöneltilen eleştirilerin sert örneklerinden biri Bob Black’in Anarchy After Leftism (Solculuktan Sonra Anarşi) (1997) adlı çalışmasında görülebilir. Toplumsal anarşizm ve postyapısalcı anarşizm arasındaki ilişkiye odaklanırken amacım, anarşizmin doğasına dair tamamen özgün iddialarda bulunmak değil. Bu bölümün asıl amacı toplumsal anarşizm anlayışının genişletilmesinin önemini izah etmek. Buradaki niyetim diğer anarşi türlerini yok saymak ya da değersiz kılmak değil, buna karşın yalnızca (postmodern ve postyapısalcı tezahürlerine odaklanarak) anarşist teori ve pratiğin nasıl ayrı bir şey geliştirerek, aynı zamanda geleneksel politik, toplumsal ve ekonomik baskı biçimlerine karşı direnişi nasıl beslediğinin altını çizmektir.
Toplumsal Anarşizm
Son dönemdeki anti-kapitalist gruplarla toplumsal anarşizmi2 ortaklaştırabilen şeylerden biri negatif bir birlik ekseninde ortak bir çizgiye gelmeleridir. Yani, toplumsal anarşistlerle son dönemin anti-kapitalist protestolarını karakterize eden geçici ittifaklar, karşı durdukları şey nedeniyle birleştiler. Anti-kapitalistler için kapitalizm, küreselleşme ve çok uluslu şirketler en sık adını andıkları düşmanlardır. Toplumsal anarşistler de benzer düşmanları hedef alıyorlar. Daha da önemlisi, anti-kapitalistler de toplumsal anarşistler de güç ilişkilerine dair bir haritacılığın, bir tek hâkim iktidar merkezinin bulunduğu bir harita ortaya koymayacağının önemini belirtiyorlar. İster eski olsun ister yeni, tüm anarşistler, güç ilişkilerinin çoklu bir ağ yapısına sahip olduğu ve buna göre direnilmesi gerektiği noktasında ısrarcıdırlar.
Hiyerarşi, eşitsizlik ve kapitalizm karşıtı argümanlara anarşist literatürde bolca rastlanır. Burada toplumsal anarşizmin hem marksist teoriye olan borcuna hem de onu reddedişine dair kanıtlar bulabiliriz. Toplumsal anarşizmin bir taraftan marksizmdeki kapitalizme yönelik ahlaki eleştiriyi sahiplenirken diğer taraftan tercih ettiği devrim stratejileri sebebiyle reddetmesine en güzel örneklerden biri Bakunin’dir. Anarşizm ve marksizmin insan doğası kavrayışlarında ciddi farklılıklar olsa da Bakunin kapitalist üretimin insanlıktan çıkarıcı sonuçlarına saldırırken Marx’ın yabancılaşma kavramına başvurur. Bu durumun (toplumsal ve postyapısalcı anarşizm arasındaki farklar açısından) önemi, bu marksist kavramın benimsenmesinin toplumsal anarşizmin temelci perspektifini yansıtıyor olmasıdır. Bu noktada toplumsal anarşizm ve marksizm, kapitalizmin insanlıktan çıkarıcı etkilerininin insan doğası mefhumu karşısında ölçülebileceği varsayımında birbirlerine yaklaşırlar. Toplumsal anarşizm ve marksizmdeki insan doğası kavrayışları birbirlerinden farklı olsa bile, insan doğasının merkezi önemi iki ideolojinin de en ciddi ortak referans noktasıdır. Marx’ın kapitalizmin yabancılaştırıcı ve sömürücü yönlerine dair ahlaki eleştirisini üzerine inşa ettiği temel insan doğasıdır ki bu Bakunin gibi toplumsal anarşistlerin de paylaştığı temelci bir bakış açısıdır.
Ancak iş en uygun devrimci stratejiyi belirlemeye geldiğinde, iki ideoloji arasındaki bu ortak noktalar yerini mücadeleye bırakır. Marx ve Bakunin’in Birinci Enternasyonel’deki tartışmalarının ve bunun ardından gelen devrim metodolojisinin amaç ve araçları üzerine daha geniş anlaşmazlıkların esası rakip insan doğası kavrayışlarına dayanır. Bu durumla ilgili olarak Miller (1984: 93), anarşistlerin marksist bir proletarya diktatörlüğüne geçilmesinin yeni bir yönetici elitin gelişmesine yol açacağına dair kaygıları yüzünden kesinlikle daha gerçekçi bir insan doğası perspektifine sahip olduklarını ileri sürer. İktidarın insan doğası üzerindeki yozlaştırıcı etkileri, Bakunin’in ve diğerlerinin anarşist yazılarında iyi bir şekilde belgelenmiştir ve anarşistlerle marksistlerin Birinci Enternasyonel’den sonraki bölünmeleri bunu tamamlar.
Aslında toplumsal
anarşizmin karşı çıktığı şey marksizmdeki temsili politika türüdür. Kendilerini,
ezilen kitlelerin sesi ve temsilcisi olarak tayin eden marksist devrimci önderler,
proleteryanın zaferini garanti altına alma konusunda öncü rolleri olduğuna
inanırlar. İşçilerin zaferini sağlamak amacıyla merkezi ve hiyerarşik bir parti
kurulması fikri birçok anarşist için üç temel nedenden dolayı lanetlenmiş bir
durumdur. Bu nedenlerden birincisi temsil edilme meselesidir. Bakunin (1990: 135–136)
ve Malatesta (1974: 44–47) gibi yazarların da belirttiği gibi anarşistler
kendilerinin kopyasını çizme ya da peygamberimsi devrimci liderler olarak tayin
etme derdinde değiller. Böyle bir şey, anarşistlerin insanlığın geri kalanını yöneten
rahip kılıklı bir sınıf haline gelmeleriyle eşdeğerde olurdu.3
Malatesta’nın söylediği gibi (1974: 44): “Kendimizi yönetici ilan eder ve
şimdiki ve gelecek nesillerin uyması için dini yasama süreçlerinde olduğu gibi
evrensel bir yasa emrederdik.” Anarşistlerin marksist devrim görüşlerinden uzak
durmalarının ikinci nedeniyse anarşistlerin devrimci kurtarıcı rolünü
proleteryaya atfetme konusunda gönülsüz olmalarıdır. Anarşistler, devrimin kaderinin
somutlaşması olarak [görülen] sanayi işçileri sınıfının çok daha ötesine
bakmaya isteklidirler. Daha ziyade, Bakunin gibi figürler, 20. yüzyılda hemen
hemen aynı tanımı yapan Marcuse (1968) ile aynı şekilde, devrimci potansiyelin
kaynağına günümüz sosyologlarının ‘toplumdan dışlanmış’ olarak nitelendirdiği
kesimi koymuşlardır. Toplumsal anarşistler açısısından üçüncü neden de doğal
olarak ikinci nedeni izler. Proletarya dışındaki sınıflarda potansiyel bir
devrimci rol tahayyül eden toplumsal anarşistler; direnişin yalnızca ve belki
de öncelikle politik bir özellik olduğuna inanmazlar. Örneğin iktidar, politik
alanda olduğu kadar toplumsal kurumlarda ya da ekonomik ve kültürel ilişkilerde
kendini göstermektedir. Bu inançtan hareketle toplumsal anarşistler politik, toplumsal,
kültürel ya da ekonomik tüm iktidar, hiyerarşi ve baskı biçimlerine direnmek ve
bunları yıkmak gerektiğini vurgularlar. Bununla beraber, toplumsal anarşistler,
her zaman devleti kendisine direnilecek iktidar yeri olarak tanımlarlar.
Toplumsal
anarşizmin bir diğer tanımlayıcı özelliği de doğrudan ve kendiliğinden eyleme
olan inancıdır. Bürokratikleşmiş devrimci önderlik kavramı olmadan taban
hareketi eylemcileri tarafından harekete geçirilen doğrudan eylemler toplumsal
anarşistlerce etkili bir stratejik silah olması açısından benimsenmektedir. Doğrudan
eylemler, katılımcılığı doğalarında barındıran anarşistlerin kendileri için
birey olarak bir şeyler yapabilme inançlarını artırır. Ward’ın (1988)
belirttiği gibi kendi evini inşa etme projeleri ya da kiracılık kooperatifleri gibi
hareketler bile anarşistleri insanların devlet gibi baskıcı aracılar olmadan da
yaşayabilecekleri konusunda ikna ederek rahatlatır. Bu nedenle, kendi işini
organize etme, toplumsal anarşizmin insanları etkili bir direnme aracı olarak doğrudan
eyleme teşvik etmesinde ve kapitalizmin çöküşünden sonra devletsiz yaşamın
mümkün olduğuna dair varsayımları açısından temel bir role sahiptir.
Postyapısalcı Anarşizm
Peki,
postyapısalcı anarşizm öncüllerinden teori ve pratikte farklılaşır mı? Bu soruya
hem evet hem hayır cevabı verilebilir. Postyapısalcı anarşizm; iktidar,
eşitsizlik ve kapitalizm kavramlarının yok edilmesini toplumsal anarşizm kadar
savunur. Tersini iddia etmek harekette ve teorik anlatılarında deprem
boyutlarında bir kırılma olduğunu hayal etmek olur ki böyle bir kırılma hiçbir
zaman yaşanmadı. Sadece, toplumsal anarşizm, postyapısalcı felsefenin bazı
unsurlarını benimsedikten sonra zeminini değiştirdi. Ama bununla birlikte
Bookchin gibi bazı anarşistlerin, yapısalcı konumlara ve düşünceye sıkı sıkıya demirlediğini
belirtmekte fayda var.
Toplumsal
anarşizmden postyapısalcı anarşizme alan değişikliği, en göze görülür ve
özellikle önemli üç teori seviyesinde gerçekleşmiştir. Diğer ikisine de vurgu
yapan birincisi, temelci söylemlerin ya da anlatıların postyapısalcı ifşa
edilişidir. Todd May Postyapısalcı
Anarşizmin Siyaset Felsefesi isimli çalışmasında postyapısalcığın her türlü
hümanizm biçiminden nasıl kurtulduğunu örnekler. Postyapısalcılara göre, “özneler
ve yapılar, kaynaklarının ayrıcalıklı bir ontolojik alan içinde keşfedilemeyeceği,
daha ziyade, ortaya çıktıkları özgül pratikler arasında aranmaları gereken pratiklerin
tortularıdır” (May, 1994: 78).4 May’e göre toplumsal anarşist
düşüncede iki tane kaçınılmaz stratejik güçlük vardır. Birincisi insan
doğasının iyi bir özü olduğunu ya da insan doğasını kabul etmesidir.5
İkincisiyse toplumsal anarşizmin, iktidarı baskıcı bir kavram olarak görmesidir
ki bunu aşağıda ele alacağız. Birinci sorun toplumsal anarşizmi kaçınılmaz olarak
temelci söylemlerle ilişkilendiriyor ve toplumsal anarşizmi postyapısalcı
anarşizmden ayırmayı kolaylaştıracak olan bu tür söylemlerden vazgeçilmesini
gerekli kılıyor.
Deleuze
ve Guattari’nin Anti-Oedipus ve Bin Yayla’da
yaptıkları çözümlemeler postyapısalcı anarşizm açısından oldukça önemli. Burada
devletin çoklu biçimlerine ve eylem tarzlarına işaret eden bir devlet kavramıyla
karşılaşıyoruz.
Teorik
alandaki ikinci değişiklik, daha az belirgin ancak yine de ilki kadar
gerçektir. Buradaki değişim, iktidarı birçok katmanda ve çoklu tarzlarda işleyen
bir şey olarak tanımlayan postyapısalcı felsefeye geçişte yaşanıyor. Muhakkak
ki toplumsal anarşistler, uzun süreden beri, iktidarı politik, toplumsal ve
ekonomik kurumların içine yayılmış bir ilişki olarak tasavvur ettiler. Ancak
May’in iddia ettiği gibi toplumsal anarşizm, iktidarın kesinlikle merkezsizleştirilmesini
savundu çünkü bunu, iktidarın devlet elinde merkezileşmesine bir alternatif
olarak görüyorlardı. Bu açıdan May’e göre toplumsal anarşizm stratejik bir
siyaset felsefesidir. Buna karşılık May taktik bir felsefe olarak gördüğü postyapısalcı
anarşizm içinse şunları söyler:
“…iktidarın içine yerleştirilebileceği bir merkez
bulunmuyor. Başka türlü söylersek, iktidar ve sonuç olarak politika indirgenemezdir.
İktidarın kaynaklandığı pek çok farklı mevzi vardır ve toplumsal dünyanın
yaratılması sırasında, bu çeşitli mevziler arasında bir karşılıklı etkileşim
vardır. Bunu söylemek, iktidarın yoğunlaştığı noktalar olduğunu ya da uzamsal
imgeyi sürdürecek olursak, çeşitli (belki de daha kalın) çizgilerin kesiştiği
noktalar olduğunu inkâr etmek değildir. Bununla beraber, iktidar bu kesişim
noktalarında ortaya çıkmaz, daha ziyade onların etrafında yığışır.” (May, 1994:
11)
İktidar,
postyapısalcı felsefede politik, toplumsal, ekonomik ve kültürel ağların [içinde
yer alan] rizom (rhizome) olarak kavramlaştırılır. İktidarın bu ağların
akışları arasında dağılımı, farklı ağlar arasındaki bağlantı noktalarında kimi
zaman iktidar yoğunlaşmaları sonucunu doğurabilir. Peki, bu değerlendirme
toplumsal anarşistlerinkinden ne kadar farklıdır? Toplumsal anarşistlerin
marksist ekonomiye gereğinden fazla dalıp gitmeleri toplumsal ve kültürel
ağlardaki iktidar dinamiklerini anlamalarına engel mi oldu? Yoksa postyapısalcı
felsefenin, iktidar akışını toplumsal-kültürel bağlamda tanımlaması bu bağlamın
günümüzde 19. yüzyılda olduğundan daha görünür ve merkezi bir yere sahip
olmasından mı kaynaklanıyor? Bu gibi sorulara ayrıntılarıyla cevap vermek bu
yazının sınırlarını aşıyor, ancak postyapısalcı anarşizmin toplumsal anarşizmin
ötesine ne derece geçtiğini anlayabilmek açısından ikisi arasındaki ilişkiyi
dikkatlice incelemek mutlaka gereklidir.
İktidarın,
ağların akışları içinde ikamet ettiği düşüncesi postyapısalcı felsefenin bütünlüklere
bakış açısını gösteriyor. Bu noktada üçüncü teorik değişim, toplumsal ve
postyapısalcı anarşizmin baskı sistemlerinin doğasını nasıl tasavvur ettiğine
dair bir vurgu değişimi, gerçekleşiyor. Bakunin gibi bazı toplumsal anarşistler
için asıl düşman sermayedir. Marx’la devrim stratejileri konusunda anlaşamasa
da; Bakunin, iktidarın yer aldığı noktayı tanımlama ve iktidarın yarattığı
baskıdan kurtulma yollarını göstermesi açısından Marx’a borçludur. 19. yüzyıl toplumsal
anarşizminde kapitalizm ve burjuvazi, açıkça insanlığa karşı işlenen ekonomik, toplumsal
ve ahlaki haksızlıkların kaynağı olarak tanımlanır. Postyapısalcı anarşizmde
ise sermayenin sorumluluğu aklanmasa da kapitalizme ve yönetici sınıfa yönelik
suçlamaları, modası geçmiş olarak nitelendiren bir söylem görülür. Örneğin
Goaman (1999: 73) bu durumda şunu öne sürer: “mevcut koşulların bütünlüğü tarafından
baskıya ve yabancılaşmaya maruz bırakılıyoruz… [ve bu nedenle].. çağdaş güç
ilişkilerine ve geç kapitalizme destek veren toplumsal, ekonomik ve kültürel çatıyı
mercek altına almamız gerekiyor.” Bunun gibi metinler, anarşistlerin baskıyı
daimi kılan daha geniş sistemleri anlayabilmek için artık kapitalizmin ötesine
bakmaya başladıklarını ortaya koyuyor. Anarşistler baskı ve güç ilişkilerini
daha geniş bir bütünlük içinde aradıkça, ‘birbiriyle bağlantılı olma’
metaforları da giderek çoğalıyor. Bu noktada Moore (1997: 159)6
şöyle diyor: “Anarşizmin odak noktası devletin değil, bütünlüğün, yönetim ve baskıyla
şekillendirilen hayatın ve birçok form içindeki her tür iktidarın yok edilmesidir.”
Zaman zaman bu bütünlük kapitalizme, başarılı olması için bir çerçeve sağlayan,
temelde yatan bilimsel ve teknolojik mantığa referansla açıklanmaya
çalışılıyor. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken nokta şu ki anarşistler,
sermayenin bu bütünlüğü diğerleriyle paylaştığı konusunda artık ikna oldular.
Hatta bu, çoğu zaman sistemi ileri götüren ve karşı konulması da gereken bir
çeşit mit ve mantıktır. Direnişin, bu bütünlükler içindeki birçok katmanda ve
birçok noktada oluşması gerektiğinin düşünülmesinin sebebi de budur.
İktidarla
ilgili postyapısalcı argümanlar, devlete, ve iktidar ile devletin içine
yerleştirildiği pratiklere dair düşüncelerle iç içe geçer. Postyapısalcı
anarşizmdeki devlet ve hiyerarşilerle üzerine alan değişimi bu bağlantı noktasında
apaçık hale gelir. Bu noktada May şunu iddia eder: Lyotard, Deleuze ve Foucault
gibi düşünürler
“yeni bir anarşizm tipi geliştirdiler. Bu yeni anarşizm, birbiriyle
kesişen ve indirgenemez olan yerel mücadeleler, temsiliyete karşı bir
uyanıklık, siyasalın tüm toplumsal ilişkiler alanını kuşatması ve toplumsalın
kapalı bir bütün, eşmerkezli dairesel alanlar ya da bir hiyerarşi olarak değil
de bir ağ olarak ele alınması fikirlerini barındırır. (1994: 85).
Deleuze
ve Guattari’nin çalışması, “bizim geleneksel olarak sınırları ayrı ayrı çizilmiş,
yapılandırılmış ve değişmez gördüğümüz olgulara radikal bir çokkatmanlılık
özelliği atfeder” (Haggerty & Ericson, 2000: 608). Deleuze ve Guattari’nin
bu yolla ele aldıkları olgulardan biri devlettir. Deleuze ve Guattari’nin
devlete yönelik ayırt edici yaklaşımları yersizyurdsuzlaştırma ve yeniden-yeryurdlandırma
arasında gördükleri felsefi farktan kaynaklanır. ‘Felsefe Nedir?’de Deleuze ve Guattari (1994: 67–68) “hangi çağda
olursa olsun, en ufak bir şeyde ya da en büyük meydan okumalarda herkesin bir
yurd aradığını, yersizyurdsuzlaştırmalara maruz kaldığını ya da bizzat
birilerini yersizyurdsuzlaştırdığını ve herhangi bir hatıra, rüya ya da fetiş
üzerinden yeniden-yurdedindikleri” görmemiz gerektiğini söylerler. Bu yersizyurdsuzlaştırma
ve yeniden-yurdedindirme süreçleri şehrin ve devletin de içine işlemiştir.
“Devlet ve Şehir, tersine, bir yersizyurdsuzlaştırma
gerçekleştirirler, çünkü devlet tarımsal arazileri (territory) yan yana sıralayarak ve onları
daha yüksek bir aritmetik Birlik ile ilişkilendirerek birbirleriyle
karşılaştırır; Şehir ise araziyi, ticari çevrelerde sürebilecek bir geometrik genişliğe
uyarlar. Devletin “imperial spatium”u
ve şehrin “political extensio”su,
devletin yerel grupların yeniden-yurdedindirme arazileri benimsemesi halinde ya
da şehirin artalanına sırtını yasladığında oluşan yersizyurdsuzlaştırma gibi araziye
dayalı (territorial) ilkeler değillerdir.
Birisinde saray üzerinden yeniden yerleştirme söz konusuyken diğerinde bu
yeniden yerleştirme Pazaryerleri ve ticari ağlar üzerinden sağlanır” (a.g.e:
86).7
Devletler,
organizasyon ve görünüm bakımından aynı ya da benzer değillerdir. “Devletler
sadece insanlardan değil; ağaçlardan, tarlalardan, bahçelerden hayvanlardan ve
eşyalardan oluşurlar (Deleuze & Guattari, 1988: 385). Ancak “her devlet
kendi içinde varlığının temel anlarını barındırır.” (a.g.e). Deleuze ve
Guattari’ye göre bunun nedeni, devletin tanımlı bir tarihsel dönemin gidişatı içinde
evrimleşmesi değildir, devlet “tamamen silahlı olarak ortaya çıkmıştı ve
hepsini tek seferde bir esas darbede gerçekleştirdi.” (1987: 217). Marx’ın Asya
üretim tarzı fikriyle birlikte anılan başlangıçtaki despot devlet, çeşitli
çerçevelerde somut bir varlık içinde gerçekleşen başlangıç soyutlamasıdır. Artık
devlet, akışlarını koordine ettiği ve bağımsız tahakküm ve tabiyet ilişkileri
ifade eden bir kuvvetler alanına tabi kılınmıştır.” (a.g.e: 221). O halde
devlet bugün, para ve mülkiyet için icat ettiği çözülmüş kod akışlarından
oluşur; hâkim sınıflardan oluşur; işaret ettiği şeylerin arkasına korkuyla
sinen devlet, “kendi kendini çözülmüş kod akış alanlarının içerisinde üretir.” (a.g.e).
Bu yüzden devlet, artık kendi işlevlerinin uygulanması yoluyla somutlaşan
sistem tarafından belirlenir, ancak aynı zamanda tam da çözümlediği bu
kuvvetlere tabi olarak kalır. Aslında, “Devletin oluşunun iki yönü vardır:
giderek çözümlenen ve fiziksel bir sistemi oluşturan toplumsal kuvvetler
alanında içselleşmesi; ve giderek üstkodladığı dünya ötesi (supraterrestrial) bir alanda metafizik
bir sistem oluşturarak tinselleşmesi.” (Age: 222). Bu noktada toplumsal
anarşistlerin hitap etmeleri gereken bütünlük karşımıza çıkar. Devlete karşı
yalnız kabaca bir siyasi hileyle karşı koymanın, devletle ilgili bu yeni anlayış
karşısında pek de mantıklı bir tarafı yoktur.
Postyapısalcı
anarşizmde direniş, iktidarın doğasını yansıtmak ve somutlaştığı her yerde ona
karşı koymak amacını taşır. Bu açıdan bakıldığında postyapısalcı direniş
anlayışı, kapitalizmin gösterisine karşı koyan ve eşzamanlı olarak onu alt eden
ve böyle yaparken de yapısal iktidar merkezi olarak görülen sermayeye karşı
ekonomik saldırılardan uzaklaşılmasının sinyalini veren Situasyonist mirası
sürdürür. Sonuç olarak, bütünlüklerin dinamiklerini yıkmak için alternatif
muhalefet tarzlarından yararlanılır. Direniş, bundan böyle kendisini politik
olanla ya da sermayenin temsilcisi olarak kabul edilen burjuvaziye karşı bir
söylem geliştirmekle sınırlamaz. Direniş artık toplumsal ve kültürel formları
da dikkate alıyor; başka şeylerin yanında anti-kapitalist hareket yoluyla ifade
edilen son dönemdeki radikal muhalefetin yeni toplumsal hareketler için bu
direniş ve yıkıcı tarzlar merkezi bir önem taşıyor.
Son
dönemde gerçekleşen anti-kapitalist gösterilerin medyadaki sunumu bizleri,
anarşistlerin tıpkı Joseph Conrad’ın Gizli
Ajan’ı gibi yirminci yüzyıl başı edebiyatında resmedilen on dokuzuncu
yüzyılın kimi gizli terörist örgütlenmelerini hatırlatan bu tür hareketlerden kopamadıklarına
inandırıyor. Gerçekten de Apter’ın belirttiği gibi anarşizm, “mantıksızlık ve
bombalar, şiddet ve sorumlulukla ilişkilendirilir.” (Apter-Joll, 1971: 1)
Şiddetin, bir protesto tarzı olarak doğrudan eyleme eşlik ettiğini inkâr
etmenin beyhude olduğunu düşünüyorum, ancak şiddetin kabul edilebilir bir şey
olup olmadığı tartışmalı bir nokta olarak kalır. Bu noktada Kropotkin’de olduğu
gibi, toplumsal anarşizm, şiddetin kullanımına karşı kimi tavsiyeleriyle geniş
bir kilise olarak ortaya çıkarken diğer anarşizm tarzlarıysa polisle ve diğer
hasımlarıyla fiziksel bir kavgaya girmeye hazırdır.8
Yeni Toplumsal Hareketler
Şüphesiz
popüler protestoların analizi akademisyenlerin bir inşası olmasına rağmen, yeni
toplumsal hareketler gerçektir ve elle tutulur. Yeni toplumsal hareketlerin
ontolojisini ayrıntılarıyla ele almak bu yazının amacını aşar, ancak tanımlamaların
ve inşaların ileri sürdüğünden daha kompleks olsalar bile açıkça görülüyor ki
son dönemde küresel ölçekte gerçekleşen anti-kapitalist protesto dalgası bu
hareketlerin canlılığını resmediyor. Whitter’ın belirttiği gibi toplumsal
hareketler, organizasyonların, ağların, toplulukların ve eylemci bireylerin
değişen kümelerinden oluşuyor. Bu kümeler, protestolara katılımlar ve katılımcıların
kendi gruplarının sınırlarını ve anlamını tanımladıkları kolektif kimlikler
vasıtasıyla birbirine bağlanıyor.” (2002: 289). Toplumsal hareketler ne durağan
ne de yekpare olarak değerlendirilebilir. Daha ziyade, genellikle organik ve
liderin olmadığı örgütlenmelere sahip olan dinamik varlıklardır. Dahası, çok
çeşitli ve çoğunlukla birbirinden son derece farklı politik renklerin,
kapitalizme ve küreselleşmeye karşı son dönem protestolarda bir araya gelerek
hayata geçirdikleri hareketlerdir. Anti-kapitalist hareketi, hareketlerin
hareketi olarak tanımlamak daha doğru olabilir. Ancak son dönemlerde protesto
gösterilerine katılmış olan herkesin rahatça anlayacağı bir şey varsa o da
anarşizmin bu hareketlerin oluşmasında çok merkezi ve önemli bir rolü
olduğudur. Graeber’in (2002: 62) söylediği gibi, “anarşizm, hareketin kalbi ve
ruhudur; onun taze ve umut dolu olmasının kaynağıdır.” Toplumsal anarşizmin toplumsal
hareketler içinde haritalanması yeni bir şey değil. Örneğin, Murray Bookchin
1980’lerin yeni toplumsal hareketlerinin içinde tanımlanabilecek bir dizi anarşist
ilke ve pratikten söz eder (1989). Bookchin’e göre bunlar ilke olarak: a) bu
grupların literatürleri, Kropotkin’in kapitalizmin reddine ve merkezsizleştirilmiş
topluma dair tavsiyelerini yansıtır; b); özelde yerel yönetim hareketleri Bakunin’in,
anarşistlerin yerel siyasete katılmaları ilkesini kabul eder; c) hiyerarşi karşıtıdır;
ve d) “görünüşe bakılırsa bu bağımsız hareketleri birleştiren ilke, katılım ve
karşılıklı yardım kavramıdır.” (a.g.e: 271)
Bookchin’in
analizinin, son dönemdeki anti-kapitalist protesto gösterilerini incelerken
geçerliliğini koruduğuna şüphe yok. Ancak, anti-kapitalist hareketlerin
doğaları gereği daha postyapısalcı olduklarını kabul ettiğimizde; Bookchin’in
bu analizi önemini giderek yitirmeye başlıyor. Ruggiero’nun (2000) belirttiği
gibi, toplumsal hareketlerle ilgili önem kazanan iki düşünce ekolü bulunuyor.
McCarthy, Zald (1977) ve Bluechler (1993) gibi yazarlar tarafından geliştirilen
birinci ekol, toplumsal hareketlerin, kaynakların seferber edilmesi ve
dağıtımıyla ilgili olduğunu öne sürüyor. Temelde Melucci’nin (1996) başı
çektiği ikinci ekolse yeni toplumsal hareketlerin politik eylemlerden çok
sembolik ve kültürel meydan okumalarca şekillendirildiğini iddia ediyorlar. Bu
ekollerde öne sürülen görüşler, yeni toplumsal hareketler tamlamasındaki ‘yeni’
sözcüğünün tanımına göre değişiyor. Melucci’ye göre yeni sözcüğü, “sınıf
çatışmasının tarihisel biçimleriyle günümüzde ortaya çıkan kolektif eylem
biçimleri arasındaki karşılaştırmalı farkları” simgeliyor. (1996: 5). Birleştirici
bir nesnelliğin olmadığı yerde bu hareketleri araştırırken ihtiyatlı davranan
Melucci, yeni toplumsal hareketlerin, “eylem sistemleri, farklı düzeyler
arasındaki karmaşık ağlar ve toplumsal eylemin amaçları” olduğunu gözlemliyor. Kolektif
kimlik, onlara bir veri ya da biz öz sağlamaz, onların aktörler haline
gelmelerini sağlar; ve aktörler arasındaki değiş tokuşların, müzakerelerin,
kararların ve çatışmaların sonucudur.” (a.g.e: 4)
Melucci
politik eylemlerin yokluğunu vurgulamakta haklı, çünkü yeni toplumsal
hareketler ve özellikle de anti-kapitalist hareket açıkça anti-politik
hareketlerdir. Ruggiero’nun (2000: 181) Milan’daki ‘centri sociali’ (sosyal
merkez) hakkındaki çalışmasında ortaya çıkardığı gibi bu hareketlerin yeniliği,
“üstün temsili bir varlık, örneğin siyasi bir parti ya da her şeyi saran bir
örgütlenme oluşturmayı reddetmelerinde” özetleniyor. Örneğin Dünyanın Dostları
ya da Greenpeace gibi örgütsel yapılar oluşturmak yeni toplumsal hareketlerin
amaçlarından biri değil. (Gerçi, bu durum anti-kapitalist hareket içinde yer
alan Direnişi Küreselleştir gibi bazı Troçkist örgütlenmeler için geçerli
olmayabilir.) Tersine yeni toplumsal hareketler örgütsel özellikleri açısından “muhtelif,
kırılgan, geçici ve uyuşmaz” olarak tanımlanabilirler. (A.g.e). Çoğunluğu
temsil etmek gibi bir dertleri olmayan bu gruplar aynı zamanda temsili
siyasetin tüm prangalarını da üzerlerinden atmış durumdalar.
Bununla
beraber, neyin “yeniyi” oluşturduğunun tasdiki zaman zaman harekete en sempati
duyan yorumcular arasında bile kayboluyor. Örneğin Brady (2002: 58),
anti-kapitalist hareketi, siyasal yörüngenin etrafından dolaşırken katılımcı
siyaseti teşvik eden, “yaratıcılık biçimlerini canlandıran, önceden hazırlık
yapılmadan ortaya çıkan protestoları” cazip kıldığı için takdir ediyor. Yeni
protesto biçimlerinin hoşnutlukla karşılanması bu hareketlerin edindiği yeni
amaçlara dair benzer bir farkındalığı da gerektiriyor. Hareketin demokratik
çekiciliğini arttırmak için demokratik arenaya doğru yönelmesini onaylayan
Brady’nin (2002: 65) anti-kapitalist hareketin doğasını ve amacını temelden
yanlış anladığı açıkça görülüyor. Bence, Brady ya anarşizmin bu hareketteki
merkezi rolünün yanlış değerlendiriyor ya da siyasi bir varlık olarak
anarşizmin doğasını yanlış anlıyor. Çünkü anti-kapitalist hareket, anarşist olduğu
sürece, seçim politikalarının demokratik arenasına girmeye, ya da demokratik
politikalarda temellenen daha geniş bir kozmopolitanizme talip olmaya hiç
niyeti yoktur. Ayrıca bu hareketin kimsenin adına konuşmak ya da kimseyi temsil
etmek gibi bir derdi de yoktur, dünya halklarını boşverir. Bütün temsil siyaseti,
anarşist hareketin lanetlediği bir şeydir.
Britanya’daki
anti-kapitalist hareketin kesinlikle son derece görülebilir kökenleri vardır. “Radikal
çevrecilerle anarşistlerin, çeşitli liberal örgütlenmeler ve yorumcularda
giderek artan huzursuzluk duygusunun da yardımıyla birbirlerine yaklaşmaları
sonucu ortaya çıkmıştır. Önce Workers Power, daha sonraysa the SWP9
gibi diğer sol gruplar bu hareketlere dâhil olmuşlardır.” (Jazz, 2001: 96) Bu
hareketin farklı siyasal bakış açılarını içerdiğine hiç şüphe yok. Ve bu durum
açık ve net bir şekilde, kapitalizme meydan okumada hareket içinde farklı
pratik ve taktiklerin oluşmasına neden olmuştur. Örneğin, Cenova’daki kara blok’un
rolü ve diğer anti-kapitalist protesto gösterileriyle ilgili geniş tartışmalar
yaşanmıştı. Gerekirse polise karşı şiddete başvurma konusunda anlaşan kara blok,
hareketteki diğer gruplar tarafından hoş karşılanmamıştı. Kara blok bu durumuyla
anti-kapitalist hareketin kalbinde yatan toplumsal anarşist stratejinin geri
dönüşünün bir örneği olmuştur. Kendiliğindenlik, özerklik ve doğrudan eylem kara
bloğun ve hareketteki diğer grupların özellikleri olarak sayılabilir. Bazıları
için kara blok bir taktikten başka bir şey değildir. (K, 2001) Başkaları içinse
(Porter, 2001) kara blok, anarşistler hakkındaki kargaşanın ve yıkımın kışkırtıcıları
şeklindeki basmakalıp kimliği seve seve benimsemiştir. Elbette anti-kapitalist
hareket içinde taktikler ve hedefler açısından görüş ayrılıkları yaşanmaktadır.
Yine de kara bloğun “bir grup ya da örgüt çeşidi olmadığı, gösteriler dışında
var olmadığı ve sadece gösteriler sırasında -mülkiyeti tahrip etme ve polisle
çatışma konusunda uyuşan bazı insanların- asgari taktik birliğini sağlamak
adına bir araya gelmek olduğu” konusunda fazla görüş ayrılığı bulunmamaktadır.
(anonim, 2001: 45) Bu tür karakterize etme çabaları, hareket içinde
tedirginliğe yol açsa da bu tedirginlik toplumsal anarşizmin anti-kapitalist
protestonun altını çizen mirasının bir yansımasıdır. Kamura’nın (2001: 60) belirttiği
gibi, hareketteki amaç ve araçların birbiriyle tutarlı olması önemlidir. Şiddetin
gerekliliğinin, anti-kapitalist protestoların tanımlayıcı özelliği haline
gelmeye başlaması tüm hareketin gidişatını tehlikeye atmaktadır. “Adil bir
dünya istiyorsak, pisliğe bulaşmamalıyız!”
Şiddet, toplumsal
anarşizm içinde uzun ve muğlâk bir geçmişe sahip ve hiç şüphe yok ki anarşist
protestonun ayrılmaz bir parçası olarak rol oynamaya da devam edecek. Ancak kara
blok anti-kapitalist hareketin bir başka özelliğini daha temsil etmekte:
hiyerarşik ya da aşikâr bir yapının olmaması. Kısa süreli ve geçici birlik hem protestolar
esnasında daha geniş hareketin kendisinin hem de sıkça bireysel gruplar dâhilinde
ya da hareketlerin kendilerinde, hareketlerin hareketinin bir araya gelişini
simgeler. Ian Welsh’in tasvir ettiği gibi
“geleneksel örgüt yapısı olarak tanımlanabilecek herhangi
bir şey olmaksızın var olan kendini örgütleyen bir hareketin gelişine tanık
olmaya başlıyoruz. Hareketlerin, kendilerine has doğrudan eylemler
sergileyebilmeleri için kısa süreli seferberlikler üretebilen ağlar olarak var
olmaları, pek çok toplumsal hareket arayışını şekillendiren 1970’lerdeki
modellerle karşılaştırıldığında çok farklı bir kültürel mücadele modelini
gösteriyor.” (Welsh, 1999: 79)
Dahası,
günümüzde eylemciler, içinde bulundukları hareketi geleneksel yapı ve
pratiklerce sınırlanmış angajmanlar olarak görme ve kendi kararlarından taviz
verme taraftarı değiller. Welsh’in gözlemlediği gibi, günümüzün protesto
gösterileri “giderek daha çok hareketler üzerinden sahneleniyor.” (a.g.e) Bugün
Reclaim the Streets, (Sokakları Geri Al) Earth First (Önce Dünya!) ve Anarchist
Travellling Circus (Anarşist Gezgin Sirk) gibi gruplar, Greenpeace (Yeşilbarış)
ya da Friends of the Earth (Dünyanın Dostları) gibi organizasyonların yolundan
gitmiyor ve hâkim bürokratik yönetim yapıları oluşturmaya ya da hükümet ve onun
temsilcileriyle doğrudan pazarlık yapmaya çalışmıyor.
Tabii ki
bu, son dönem anti-kapitalist eylemlere katılan bütün grupların bu modele uyum
sağladığı anlamına gelmez. Çoğu zaman ve belki de özellikle yerel seviyede, çok
farklı duruşlara sahip hareketler protestolar esnasında güç birliğine
gidiyorlar. Plows ve Wall’un yaptığı araştırmaya göre, neo-liberalizm karşıtı
protestoların en önemli özelliklerinden biri, kapsadıkları ağ örgülerinin melez
karaktere sahip olması. “Cenova Sosyal Forumu’nda birçok ülkeden 700’den fazla
grup işbirliğine gitti.” (2001: 4) Bununla beraber, protesto hareketlerinin
içinde küreselleşmenin birbiriyle bağlantılı pratik ve mekanizmalarının
haritasını ortaya çıkarmaya yönelik yeni bir dinamik de oluşmakta. Sonuç
olarak, 1990’ların sonlarındaki protestocu grupların yürüttükleri kampanyaların
önemli özelliklerinden birinin, resmin parçalarını tamamlamak olduğunu
söyleyebiliriz. (age: 8)
Plows ve
Wall’un da öne sürdüğü gibi, öncülleriyle hiçbir ortak yanı olmayan tamamen
yeni grupların ortaya çıkışına tanıklık ediyor değiliz. Bu yeni grupların
benimsedikleri taktik ve stratejileri, daha öncesine olmasa da 1990’ların ve
1980’lerin gruplarına dayandırmak mümkün. Ve bu stratejilere, siyasi protesto için
başvurulduğu sürece, Goaman ve Dodson’un (1997) söylediği gibi, bu yeni toplumsal
hareketlerin daha önce denenmiş ve test edilmiş bir tür ortodoks sosyalist politikayı
benimsediğini iddia edebiliriz. Ancak, geleneksel eylem tarzlarından
kaçındıkları, temsili ve marksist politikanın kalbinde yatan öncülüğü reddettikleri
ve tersine yeni sosyo-kültürel mücadele türlerine başvurdukları oranda, bu toplumsal
hareketleri yeni postyapısalcı anarşizm türleri sergiliyor olarak
değerlendirmek daha mantıklı görünüyor.
Yeni Toplumsal Hareketler ve Postyapısalcı Anarşizm
Bu ittifakları
farklı kılan sadece akışkan ve kısa süreli oluşları değildir; daha ziyade direniş
stratejilerinin gözle görülür şekilde postyapısalcı hale gelmesidir. Welsh’e
göre bu stratejilerin temelinde “uzun vadeli bir bağımsız kapasite oluşturma
süreci” yatıyor. (1990: 80) Toplumsal anarşistler uzun zamandır ‘kendi adına hareket
etme’ prensibine oldukça değer veriyorlar. Bu mesaj Kropotkin’in, 1887’de Freedom dergisinde yayınlanan ‘Act for
Yourselves’ (Kendi Adınıza Hareket Edin) adlı makalesinde ilan edilmişti. Bu
noktada, örneğin yerel topluluk ve hareketlerin sermayeye ve küreselleşmeye
karşı seferber olmasının, bu anarşist prensibin güçlenmesi adına oldukça önemli
olduğunu söyleyebiliriz. Direniş, bu biçim içinde yeni toplumsal hareketlerin stratejilerinin
çekirdeğine yerleşiyor. Bu durum, birçok farklı katmanda birçok farklı kisveye
bürünerek ortaya çıkıyor. Bu çeşitli düzeylerde gerçekleşir, farklı görünümler alır
ve “anarşist ve postmodern düşünce arasında bir yakınsama olduğunu gösterir.” (Amster,
1998: 109)
Aslında,
yeni toplumsal hareketlerin doğası itibariyle anarşist olarak
nitelendirilebilecek iki özelliği vardır. Birincisi, Welsh’in “bağımsız
kapasite inşası” olarak tanımladığı, yeninin eskiye bağlanmasını sağlayan
özellik: temsilin reddedilmesi. Anarşistler öncülüğe karşı hep şüpheci oldular.
Ve ister devrimci elitler tarafından uygulansın, ister daha iyisini bildiğini
düşünen bir grup tarafından gizliden gizliye örgütün kanının emilmesi için
kullanılsın, öncülük anarşist direniş lügatinde hep tatsız bir bahis olarak
kaldı. Yeni toplumsal hareketlerin basmakalıp politik protesto stratejilerinden
uzak durmaları da pratikte anarşizme karşı güçlü bir bağla bağlandıklarının
sinyallerini veriyor. Graeber’in, yeni toplumsal hareketlerin, “tümüyle yeni
bir alanın haritasını çizme” arayışında olduğunu söylerken anlatmaya çalıştığı,
hareketlerin tam da bu zihniyetidir. (2002: 66) Direct Action Network (Doğrudan
Eylem Ağı) ya da Tute Bianche gibi gruplar, “sokak tiyatroları ya da
festivaller gibi şiddet içermeyen savaş olarak nitelendirilebilecek ne varsa
bir araya getirip, sivil itaatsizlik için ‘yeni bir dil’ yaratmaya
çalışıyorlar.” (a.g.e) Bu tip çalışmaların, sosyal demokrat solun ve sendikacı
siyasetin son 40 yılda uygulamaya çalıştığı geleneksel protesto yollarıyla
taban taban zıt olduğunu söyleyebiliriz. Geleneksel protestoların önceden
ayarlanmış, izni alınmış yürüyüş ve toplantılarıyla karşılaştırıldığında, son
dönem protesto gösterilerinin katılımcıları arasında organik bir bağımsızlık
kavramının var olduğu görülebiliyor. Ve bu gösteriler, anarşist düşüncenin
“devlete karşı bağımsızlık alanlarını genişletirken, yönetim mekanizmalarını
gayrımeşrulaştırmak ve işlevsiz hale getirmek” prensibini de sahiplenmiş
oluyor. (a.g.e: 68)
Yeni toplumsal
hareketlerin anarşist olarak nitelendirilebilecek ikinci özelliğiyse bu
hareketlerin postyapısalcı anarşizmle kesişmesini de açıklayan bir özellik.
Goaman ve Dodson’un belirttiği gibi, eğer yeni toplumsal hareketler, eski
siyasi protesto kalıpları arasında sıkışıp kalsaydı, ortodoks sosyalist siyasetin
parametrelerini aşmakta başarısız olacaklardı. (1997) Anarşizm, tam da doğası
gereği, alternatif muhalefet tarzları arar. Komünler kurmak, ücretsiz okullar
açmak, radikal broşürler basmak, hiyerarşi karşıtı şarkı sözleri yazmak, çiçek
yetiştirmek, ağaçlarda yaşamak, organik tarım yapmak, başkalarının kullanmadığı
mülkleri işgalevi yapmak, kullanılmış yemek yağlarından yeşil benzin yapmak...
Bütün bunlar anarşist çevrelerin direniş için sembolik ve kültürel formları
gerekli gördüklerinin kanıtıdır. Bu durum aynı zamanda, toplumsal anarşizm ve
postyapısalcılığın, direnişin ortak yönleri olduğunu ve bu iki düşüncenin bu
noktada birbirlerine yaklaştıklarını da gösterir. May’in de öne sürdüğü gibi, postyapısalcılık
ve toplumsal anarşizm özellikle alternatif pratikler arama ve bunları teşvik
etme noktasında bir araya gelirler. (1994) Böylelikle de anti-kapitalist tartışmayı
da kuşatan yeni toplumsal hareketlerin, önünde sosyo-kültürel direniş biçimleri
sergilemeleri için bir arka perde oluştururlar.10
Bu da karnaval
tarzı direnişe yönelik eğilimden daha fazlası demektir. Eski Sovyet bloğunda
komünizmin çöküşüyle ve o dönemde, bugün Bush ve Blair tarafından uygulanmaya
devam eden zehirli neo-liberalizmle karşı karşıya kalan solun geri çekilişiyle,
kapitalizme karşı muhalefet cesur yeni dünya yaratma çabasından yerel iç
direnişe doğru dönüşüm geçirdi. Sader’in de dediği gibi, bu değişen ortamda
tarihi söylemlerden farklılaşan ve ham bir ekonomizmden uzaklaşan direniş,
kendini “yerel ve bölgesel” yollarla ifade etmeye başladı. (2002: 97) Adı
üzerinde tam anlaşamasak da, toplum kesinlikle bir geçiş sürecinde. Ve toplumsal
hareketler de bu değişimi yansıtıyorlar. Bu, geleneksel toplumsal hareketlerin
bir anda ortadan kaybolduğu anlamına gelmiyor. Çağdaş anti-kapitalist protestolarda
eskiyle yeni arasında üst üste çakışma var, fakat aynı zamanda yeni toplumsal
hareketlerin öncüllerinden farklı özellikleri olduğuna dair gerçek bir sezgi de
mevcut. Melucci’nin de gözlemlediği gibi şu ortak noktaları teşhis edebiliriz:
hareketlerin amaçlarının çeşitlilik ve düşük ölçüde devredilebilirliği; siyasi iktidardan
kaçınma; özel ve kamusal arasındaki ayrımı sorgulama; protestoyla sapkınlığın
yakınlaşması; eylem aracılığıyla dayanışma arayışı; ve temsilin, doğrudan eylem
lehine reddedilmesi. (1996: 102–103)
Toplumsal
anarşist duyguları kendi çağdaş pratikleri aracılığıyla yaşatmaya devam eden
yeni toplumsal hareketler, aynı zamanda yeni anarşi türlerini de oldukça iyi
bir biçimde yansıtıyorlar. Toplumsal, kültürel ve politik ağlardaki iktidar
düğümlerini hedef alan ve kendisini hiyerarşik olmayan ve merkezsiz ağlar
içinde örgütleyerek anti-kapitalist hareket, geleneksel anarşist düşüncenin
direnişe yaklaşımını güçlendirmekle kalmıyor aynı zamanda “neye karşı
direnileceğini” de belirlemiş oluyor. (May, 1994: 52) Bu noktada post-yapısalcı
anarşizmin doğuşuna tanıklık ediyoruz. Yapılar ve özneler içlerinden doğdukları
kendilerine has pratiklerle anlam kazanıyorlar. Temsili reddeden, siyasi iktidar
arayışından kaçınan ve şu anda ve kendine özgü olana (Melucci, 1996: 116)
odaklanan toplumsal hareketler, neoliberal ekonomi ve toplumsal metalaştırmanın
neden olduğu o paradigmaya karşı çıkarak özerk (otonom) toplumsal bölgeler
oluşturmaya çalışıyorlar. Bu özerk bölge arayışı, yerel seviyede ve toplumsal,
kültürel, ekonomik ve siyasi ağların kesişme noktalarında açılım kazanıyor. Aslında
anti-kapitalist hareketlerin “birlikte yaşanabilecek güç ilişkileri oluşturmak”
için postyapısalcı bir yolculuğa çıktıklarını da söyleyebiliriz. (May, 1994:
114) İktidarın birçok ağ içine yayıldığını kabul etmek, iktidarın asla ortadan
kaldırılamayacak bir şey olduğunu da kabul etmek anlamına gelir. Ve toplumsal
anarşistler bunu fark edeli çok oldu. Ancak postyapısalcı anarşistler
alternatif pratikler inşa etme konusunda Deleuze ve Guattari’nin “minöriter oluş”
(1988: 291) kavramını benimsiyorlar. Günümüzün anarşistleri sosyal forumlar
aracılığıyla ya da diğer örgüt ve ağlarla alternatif pratikler geliştirerek, egemen
olan ata pratiklerine meydan okuyor aynı zamanda da baskıdan kaçıyorlar.
Deleuze ve Guattari’nin Bin Yayla’da
belirtikleri gibi, majorite kavramı, bir iktidar ve egemenlik durumunun varlığına
ihtiyaç duyar. Bu noktada, “sabit ve homojen bir sistem olarak majöriter; alt
sistemler olarak minöriteler ve bir potansiyel, yaratıcı ve yaratılmış bir oluş
olarak da minöriteri” birbirlerinden ayırmamız gerektiğini akılda tutalım.
(1988: 105–6). Minör oluşta “sayılabilir olmayan ve hızla çoğalan minörite … majörite
kavramını yok etmek için tehdit eder.” (a.g.e: 469)
Paul
Virilio, Deleuze ve Guattari’nin göçebebilim kavramından hareketle, dünyanın
sürekli değişim içinde olduğunu anlamanın önemi üzerinde duruyor. “Bugünün
dünyası artık hiçbir şekilde durağan değil; dünya değişiyor, bacaklarını açmış
yürüyor, akıp gidiyor.” (Armitage, 1999: 48) Ağlar, rizomlar, çapraz-akımlar ve
yersizyurdsuzlaştırma gibi kavramlarla temellendirilen postyapısalcı analiz, toplumsal
anarşizmle önemli ölçüde örtüşür. Kendi stratejik kökenlerini izleyerek
yalnızca sanayi proletaryasını desteklemeye (tamamıyla, iktidarın hayatın diğer
alanlarına da yayıldığını düşündüğünden dolayı) yanaşmayan toplumsal anarşizm, ağlar
arasında birleşik bir direnişin gerekliliğinin uzun zamandır bilincinde. Ward’un
da dile getirdiği gibi, anarşistler “piramitler yerine ağ örgüleri oluşturmalılar...
Anarşizm, katmanların üzerindeki etiketlerin değişmesini ya da en tepeye farklı
insanların oturmasını değil; aşağıdan yukarıya tırmanmamızı arzular. (1988: 22)
Bu entelektüel miras derin köklerini toplumsal anarşizmin içine salmıştır ve onu
stratejik düşünüşten uzaklaştırıp May’in taktik siyaset felsefesi olarak
adlandırdığı şeye doğru yaklaştırır. Marksizm gibi stratejik siyaset felsefeleri
farklı eşitsizlik ve baskı çeşitlerini bir tek temel sorunsala dayandırırlar; oysa
taktik düşünce ise “toplumsal ve siyasi dünyayı bir çember olarak değil de
kesişen doğruların oluşturduğu bir ağ olarak resmeder.” (May, 1994: 10–11)
Direnişi, tek bir görünür iktidar çekirdeğinde odaklamak yerine, taktik
düşünce, öncü parti elitleri tarafından sağlanan özgürleşmeye karşı çıkar. “İktidarın
tek bir merkez ya da kaynaktan çıkmadığını gözlemleyen “postyapısalcı temsil
eleştirisi” (age: 12) doğası gereği açık ve net bir şekilde anarşisttir. Hem toplumsal
anarşistler hem de postyapısalcılar toplumsal mekânı, “tek bir kaynaktan
yayılmaktan ziyade güçlerin kesişimlerinden” oluşmuş olarak tasavvur ederler.
(a.g.e: 52)
Toplumsal,
kültürel, ekonomik ve siyasi ağlar boyunca kesişen farklı düğüm noktalarındaki sayısız
güç birikimine karşı koymak üzere birçok direniş tarzına başvuran toplumsal
anarşizm ve postyapısalcılık, ortak bir duruşu ve özerklik alanları yaratmak
adına ortak bir arzuyu paylaşırlar. Anti kapitalist hareketlerde ittifak yapanlar
da dahil, eylemciler, direniş mevzileri oluşturarak aynı zamanda güçle ilgili hakim
ya da majör söylemlerin de altını oymaktadırlar. Polisin memurları hattın pembe
tüylü süpürgelerle saldırırken olduğu gibi, anti-kapitalist protestocular
sadece tiyatro ve özerklikle işaretlenmiş toplumsal uzamlar yaratmıyorlar, devlet
baskısının şiddet içeren biçimlerini de gayrimeşru kılıyorlar. Tabii ki bütün
anarşistler bu tür pratiklere yönelmiyorlar, ancak giderek şenlik tarzında protesto
ve direnişleri benimsiyorlar. Aynı şekilde, postyapısalcılıkla toplumsal
anarşizmin yirmibirinci yüzyılda yakınlaşıyor olduğu değerlendirmesini
anarşistlerin hepsi kabul etmiyor. Ancak, bu yazı anarşist teori ve pratiğin
bütün kollarına uyum sağlayan bir söylem geliştirme iddiasında değil; ne var
ki, (bu yazıyla kesinlikle uyuşmayacak bir bilginden bir ifade alacak olursam)
anarşizmin “yaşayan ve gelişmeye devam eden” (Moore, 1997: 159) bir proje
olarak görülmesi gerektiğine tanıklık ediyor. Şüphesiz, anarşist pratikler son
dönemdeki anti-kapitalist protestolar yoluyla kanıtlanıyor. Sonuç olarak, yeni
yüzyılda yaşama uyum sağlayan toplumsal anarşizm, ayırt edici bir postyapısalcı
dinamiğe sahiptir.
*bu tip referanslardan Türkçe çevirisi olanlar kaynakçaya eklenmiştir -en.
Çeviren:
Seda Aydın
Notlar:
Notlar:
1. John
Armitage ve John Carter’a bu yazının ilk haline dair yorumları için teşekkür
etmek isterim.
2. Bu
bölümün amaçları açısından toplumsal anarşizm, ondozuncu yüzyılın Proudhon,
Bakunin and Kropotkin gibi figürleriyle birlikte anılan yazılar ve pratikler
olarak tanımlanır.
3. Bakunin’in
özünde bir Leninist önderlik rolü takınan, Gizli Kardeşlik’e ara sıra
tavsiyelerde bulunmasındaki ironi, okurlarının gözünden kaçmamıştır ve
yazılarındaki muğlâklıkların belirtilerinden biridir. (Bkz: Dolgoff, 1973:
148-155) Bir başka belirsizlik de eylem yoluyla propaganda ve şiddetin rolü
konusunda su yüzüne çıkar ki anarşizmin, devrimci yöntemde araçlarla amaçların
birbirine uygunluğu hususundaki ısrarına her zaman rahat bir şekilde uyum
göstermez.
4. Postyapısalcılık,
Foucault ve Derrida’nın yazılarıyla yakından ilişkilidir. Basitçe ifade
edersek, insanın koşullarının (mesela Marx’ta görebileceğimiz gibi) ekonomi
gibi altta yatan yapılara referansla anlaşılabileceği şeklindeki açıklamaların,
bu yapıların onları inşa eden söylemlerin dışındaki nesnelci analizlere konu
olmasının reddidir.
5. Başka
bir yerde tartıştığım gibi (Morland, 1997), anarşizmi insan doğasına
ilgilendiren bir iyi varsayımın sahibi olarak tanımlamak basitleştirici ve
hatalıdır.
6. Dikkat
etmek gerekir ki Moore postyapısalcı anarşizmi onaylayan biri değildi. Moore daha
ziyade, kendisini Debord, Vaneigem, Zerzan ve Perlman gibi figürleri
birleştiren ikinci dalga anarşizm olarak adlandırdığı bir düşünce ile
nitelendirirdi. Bu uygun bir gruplandırma değildir, situasyonistlerden
primitivistlere bir yelpaze içerir.
7. İtalikler
yazara ait.
8. Pasifizmle
çok güçlü şekilde ilişkilendiren iki anarşist Tolstoy ve Gandhi’dir. Çoğu
anarşist, şiddetin kullanımı karşısında şüpheli olarak kalır. Anarşizm ve
şiddet konusuna yararlı bir giriş David Miller’ın Anarşizm (1984) adlı
çalışmasıdır. Bkz. 8. bölüm.
9. Sosyalist
İşçi Partisi, muhtemelen günümüzde Britanya’daki en geniş ve yüksek düzeyde
örgütlenmiş ileri sol gruptur.
10.
Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi üzerine yazdıklarının, birçok mevzide
yürüyen direnişler ve mücadelelerin önemini, postyapısalcı bir bakış açısından
vurguladığını belirtmeye değer.
Kaynaklar
Amster, R. (1998) ‘Anarchism as Moral Theory: Praxis, Property and the Postmodern’, Anarchist Studies, 6, (2), 97-112.
Anonymous (2001) ‘being busy’, in On Fire: The battle
of Genoa and the anti-capitalist movement, One-Off Press.
Apter, D.E. & Joll, J. (eds.) Anarchism Today,
London: Macmillan.
Armitage, J. (1999) ‘From Modernism to Hypermodernism and
Beyond: An Interview with Paul Virilio’, Theory, Culture & Society,
16, (5-6), 25-55.
Ball, T. And Dagger, R. (1991) Political Ideologies
and the Democratic Ideal, New York: HarperCollins.
Bakunin, M. (1990) Statism and Anarchy, Cambridge:
Cambridge University Press. [Bakunin,
Mihail, Devlet ve Anarşi, çev. Murat Uyurkulak, Ankara, Öteki. 2000]
Black, B. (1997) Anarchy after Leftism, Colombia
MO: CAL Press.
Bluechler, S.M. (1993) ‘Beyond Resource Mobilization:
Emerging Trends in Social Movement Theory’, The Sociological Quarterly,
34, (2), 217-235.
Bookchin, M. (1989) ‘New social movements: the anarchic
dimension’, in Goodway, D. (ed.) For Anarchism: History, Theory and Practice,
London: Routledge.
Bookchin, M (1995), Social
Anarchism or Lifestyle Anarchism: An Unbridgeable Chasm, San Francisco: AK
Press. [Murray Bookchin, Toplumsal
Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi - Aşılamaz Uçurum, çev. Deniz Aytaş,
İstanbul, Kaos, 1998]
Bury, J.B. (1963) A History of Greece, London:
Macmillan.
Carter, A. (1993) ‘Some Notes on “Anarchism”’, Anarchist
Studies, 1, (2), 141-145.
Chomsky, N. (1970) ‘Introduction’ in Guérin, D. Anarchism:
From Theory to Practice, New York: Monthly Review Press. [Bu ‘Giris metnin
Türkçesine şuranda ulaşılabilir: http://www.zmag.org/turkey/aunn.htm
]
Deleuze, G. & Guattari, F. (1984) Anti-Oedipus:
Capitalism and Schizophrenia, London: Athlone Press.
Deleuze, G. & Guattari, F. (1988) A Thousand
Plateaus: Capitalism and Schizophrenia, London: Athlone Press.
Deleuze, G. & Guattari, F. (1994) What is
Philosophy?, London: Verso. [
Dolgoff, S. (ed) (1973) Bakunin on Anarchy,
London: George Allen & Unwin Ltd. [Sam Dolgoff,, Bakunin,
çev. Cemal Atila, İstanbul, Kaos, 1998.]
Goaman, K. (1999) ‘Endless Deferral... Simulation,
Surveillance, Social Postmodernism, Postsocialism...’, Anarchist Studies,
7, (1), 69-74.
Goaman, K. & Dodson, M. (1997) ‘A Subversive Current?
Contemporary Anarchism Considered’, in Pukis, J. & Bowen, J. (eds.) Twenty-First
Century Anarchism: Unorthodox Ideas For a New Millennium, London: Cassell. [John Purkis & James Bowen (der.), 21. Yüzyıl Anarşizmi -
Yeni Binyıl İçin Ortodoks Olmayan Fikirler, çev. Şen Süer Kaya, İstanbul,
Ayrıntı, 1998]
Graeber, D (2002), ‘The new anarchists’, New Left
Review, 13, 61-73. [bu makalenin Türkçesi için bkz: http://uk.geocities.com/anarsistbakis/makaleler/graeber-yenianarsistler.html
]
Haggerty, K.D. & Ericson, R.V. (2000) ‘The
surveillant assemblage’, British Journal of Sociology 51, (4), 605-622.
Jazz (2001) ‘the tracks of our tears’, in On Fire: The
battle of Genoa and the anti-capitalist movement, One-Off Press.
K (2001) ‘being black block’ in On Fire: The battle of
Genoa and the anti-capitalist movement, One-Off Press.
Kamura, V. (2001) ‘love changes everything’, in On
Fire: The battle of Genoa and the anti-capitalist movement, One-Off Press.
Kropotkin, P. (1988) Act For Yourselves: Articles from
‘Freedom’ 1886-1907, London: Freedom Press.
Laclau, E. (1988) ‘Politics and the limits of modernity’,
in A. Ross (ed.) Universal Abandon? The politics of Postmodernism,
Minneapolis: University of Minesota Press.
Malatesta, E. (1974) Anarchy, London: Freedom
Press. [Vernon Richards (der), Bir
İtalyan Anarşisti Malatesta - Hayatı ve Düşünceleri, çev. Zühal Kiraz,
İstanbul, Kaos. 1999.]
Marcuse, H. (1968) One Dimensional Man, London:
Sphere Books Ltd. [Herbert Marcuse, Tek
Boyutlu İnsan, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları, 1990]
Marshall, P. (1992) Demanding the Impossible: A
History of Anarchism, London: HarperCollins. [Peter Marshall, Anarşizmin Tarihi - İmkansızı
İstemek!, çev. Yavuz Alogan, Ankara, İmge, 2003.]
May, T. (1994) The Political Philosophy of
Poststructuralist Anarchism, Pennsylvania: Pennsylvania State University Press.
[Todd May, Postyapısalcı
Anarşizmin Siyaset Felsefesi, çev. Rahmi G. Öğdül, İstanbul, Ayrıntı,
2000.]
McCarthy, J.D. and Zald, M.N. (1977) ‘Resource
Mobilisation and Social Movements: A Partial Theory’, American Journal of
Sociology, 82, (6), 1212-1241.
Melucci, A. (1996) Challenging Codes: Collective
action in the information age, Cambridge: Cambridge University Press.
Miller, D. (1984) Anarchism, London: Dent.
Moore, J. (1997) ‘Anarchism and Poststructuralism’, Anarchist
Studies, 5, (2), 157-161.
Morland, D. (1997) Demanding the Impossible? Human
Nature and Politics in Nineteenth-Century Social Anarchism, London:
Cassell.
Mouffe, C. (1988) ‘Radical democracy: modern or
postmodern?’, in A. Ross (ed.) Universal Abandon? The politics of
Postmodernism, Minneapolis: University of Minesota Press.
Plows, A. & Wall, D. (2001) ‘Let our resistance be
as transnational as capital!’: charting the influence of generational
diffusion, grassroots action and cross-movement alliances on UK activists’
anti-globalisation strategies and discourses, paper presented at the 5th
Conference of the European Sociological Association, Helsinki, Finland.
Porter, A. (2001) ‘it was like this before…’, in On
Fire: The battle of Genoa and the anti-capitalist movement, One-Off Press.
Ruggiero, V. (2000) ‘New social movements and the “centri
sociali” in Milan’, The Sociological Review, 48, (2), 167-185.
Sader, E. (2002) ‘Beyond Civil Society: The Left after
Porto Alegre’, New Left Review, 17, 87-99.
Taylor, M. (1982) Community, Anarchy and Liberty,
Cambridge: Cambridge University Press.
Ward, C. (1988) Anarchy in Action, London: Freedom
Press. [Colin Ward, Eylemde Anarşi,
çev. H. Deniz Güneri, İstanbul, Kaos.]
Welsh, I. (1999) ‘New Social Movements Yesterday, Today
and Tomorrow’, Anarchist Studies, 7, (1), 75-81.
Whittier, N. (2002) ‘Meaning and Structure in Social
Movements’, in D.S. Meyer, N. Whittier, & B. Robnett (eds.) Social
Movements: Identity, Culture and the State, Oxford: Oxford University Press.
Woodcock, G. (1975) Anarchism, Harmondswoth:
Penguin. [George Woodcock, Anarşizm
- Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi, çev. Alev Türker, İstanbul, Kaos, 1997]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder