Sayfalar

13 Şubat 2012 Pazartesi

Kralın Adamları - Internationale Situationniste

  Dil sorunu, varolan yabancılaşmayı ortadan kaldırmaya çalışan güçlerle, onu sürdürmeye çalışanlar arasındaki mücadelenin oda­ğında bulunur ve bu mücadelenin yer aldığı alanların hiçbirin­den ayrılamaz. Kirlenmiş havanın içinde yaşadığımız gibi, dilin de içinde yaşıyoruz. Mizahçılar ne derse desin, sözcükler oyun oynamıyor. Ne de, düşleri saymazsak eğer, Breton'un sandığı gi­bi sevişiyorlar. Sözcükler yapar: yaşamın egemen örgütlenme biçimi adına iş görürler. Ama yine de tümüyle otomatikleşmemişlerdir. Enformasyon kuramcıları için üzücü­dür bu ama, kendi başlarına “bilgi verici” değildir sözcükler; en ince hesapları bile altüst edebilecek güçlere sahiptirler. İkti­darla birlikte varolurlar ve onunla ilişkileri –hem modern hem de klasik anlamıyla– proleterlerin iktidarla ilişkilerine ben­zer. Hemen hemen sürekli çalıştırılırlar; kendilerinden her tür­lü anlamın ve anlamsızlığın sıkıp çıkarılabilmesi için tam gün sömürülürler; yine de, bir bakıma, temel olarak tuhaf ve ya­bancı kalırlar. 

 İktidar sözcüklerin çarpıtılmış, resmi anlamlarını öne sürer hep; deyim yerindeyse, bir giriş kartı taşımak zorunda bırakır onları; içlerinden bazılarının fazla mesai yaptığı üretim sürecin deki yerlerini belirler ve sonunda ücretlerini de öder. Sözcükle­rin kullanımına ilişkin olarak Lewis Carroll'un Humpty Dumpty tipi oldukça doğru bir saptama yapar: “sorun, hangisinin usta atanacağı –hepsi bu.” Bu alanda sorumluluk yüklenmiş bir iş­veren olarak Humpty Dumpty, çok çalıştırdığı sözcüklere fazla mesai ödediğini de belirtir. Biz, sözcüklerin başkaldırması diye bir şey olduğunu, işbaşını terkedebildiklerini, açıkça direndikle­rini de anlamalıyız. Baudelaire'den Dadacılara ve Joyce'a kadar bütün modern edebiyatta belirgindir bu; toplumun genel dev­rimci bunalımının bir göstergesidir.

 İktidarın denetimi altında dil, her zaman, sahici duyuş ve yaşantıdan başka bir şeyi gösterir. Zaten, toptan bir karşılaşma ve sorgulamayı mümkün kılan da budur. Dilin örgütlenmesi öy­le bir karışıklık içine düşmüştür ki, iktidarın dayattığı iletişim bir sahtekârlık ve aldatmaca olarak çıkar karşımıza. Henüz baş­langıç halindeki bir sibernetik iktidar, bundan böyle bilgilendir­menin tek mümkün iletişim yolu olmasını sağlamak amacıyla dili kendi denetlediği makinelerin denetimi altına sokmak için boşuna uğraşmaktadır. Bu alanda bile çeşitli dirençler belir­mektedir: elektronik müzik (çok sınırlı ve bulanık kalsa da) makineleri dilin lehine saptırarak egemenlik ilişkisini tersine döndürmeye yönelik bir çaba olarak görülebilir. Ama gerçek muhalefet çok daha genel, çok daha radikaldir. İster eskiden ol­duğu gibi sanat biçiminde, isterse modern bilgilendirmecilik bi­çiminde olsun, her türlü tek yönlü “iletişim”in karşısındadır. Her türlü ayrışmış biçimiyle iktidarı ortadan kaldıracak bir ile­tişime çağırır insanları. İletişimin olduğu yerde devlet yoktur.

 İktidar, çalıntı mallarla beslenir. Kendisi hiçbir şey yaratmaz, varolanı korur sadece. Sözcüklerin anlamını o yaratıyor olsay­dı, ortada şiir kalmaz, sadece yararlı “malumat” olurdu. Mu­halefet kendini dille ifade edemezdi; her türlü yadsıma ancak dilin dışında, sözcükleri anlamlarından soyan ve bir harfler yı­ğınına indirgeyen bir malzemeyle yapılabilirdi ancak. Dilin dev­rimci an'ından (moment'inden) başka nedir ki şiir? Tarihin dev­rimci anlarından ve kişisel yaşamın tarihinden ayrılabilir mi hiç?

 İktidarın dil üzerindeki egemenliği, bütünlük üzerindeki egemen­liğine benzer. Ancak bütünlüğe her türlü doğrudan göndermesini yitirmiş bir dil, bilgilendirmenin temeli olarak iş görebilir. Bilgilendirme (information, Fransızca'da haber anlamına da ge­lir) iktidarın şiiridir: yasa ve düzenin karşı-şiiri, varolanın do­laylı çarpıtılmasıdır. Buna karşılık şiir, gerçeklik içinde dolay­sız iletişim olarak, bu gerçekliğin gerçekten değiştirilmesi ola­rak görülmelidir. Şiir, özgürleşmis, kendi zenginliğini yeniden kazanmış dilden başka bir şey değildir: kalıplaşmış imlemeleri yıkan ve aynı anda sözcükleri, müziği, çığlıkları, jestleri, resmi, matematiği, olguları, eylemleri kucaklayan dil. Bu yüzden şiirin varlığı, sosyo-ekonomik yapının belli bir evresinde, hayatı ya­sama ve değiştirme imkânlarının zenginliğine bağlıdır. Söyle­mek bile fazla, şiirin kendi maddi temeliyle bu ilişkisi tek yön­lü bir bağımlılık değil, karşılıklı bir etkileşimdir.

 Şiirin yeniden bulunuşu, devrimin yeniden yaratılmasından ayırdedilemez bazen; Meksika, Küba ve Kongo devrimlerinin belli evrelerinde de böyleydi nitekim. Kitlelerin eylem halinde şairlere dönüştüğü devrim dönemleri dışında devrimin bütünlü­ğünün yaşatılabileceği, sahipsiz bir gölge gibi, gerçekleşmemiş ancak yakın bir olasılık olarak yaşatılabileceği tek yer, şiirsel serüvenin dar çevreleridir. Şiirsel serüven dediğimiz, zor, teh­likeli ve hiçbir zaman kesin güvencesi olmayan bir şeydir (belli bir dönemde, nerdeyse imkânsız olan davranışların toplamıdır aslında). Kesinlikle bilebileceğimiz tek şey, artık neyin bir dö­nemin şiirsel serüveni olmadığıdır: bir dönemin resmi icazet al­mış, sahte şiiri. Nitekim, gerçeküstücülük, kültürün ve günlük hayatın baskıcı düzenine karşı saldırısının parlak günlerinde, kendi güç kaynağını, haklı olarak, “gerekirse şiirleri bile olma­yan bir şiir” biçiminde tanımlayabiliyordu. Oysa bugün IS için sorun, zorunlu olarak şiirleri olmayan bir şiir yaratmaktır. Şi­irle ilgili olarak söylediklerimizin, yeni bir “şiir yazma sanatı”nı savunan gericilerin yaptıklarıyla hiçbir ilgisi yoktur – yaptık­ları, biçimsel modernizmin en az köhnemiş olanından kaynak­lansa bile. Şiiri gerçekleştirmek, hem olayları hem de bu olayla­rın dillerini aynı anda ve birbirinden kopmaz bir biçimde yarat­mak demektir.

 Bütün grup-içi diller –genç insanların doğrudan ilişkilerle oluşturdukları gruplaşmaların dilleri; bugünkü avant-garde akımların, kendi kendilerini tanımlama arayışı içinde, ken­di iç kullanımları için geliştirdikleri diller; geçmiş çağlarda, trobar clus ve dölce stil nuovo gibi nesnel şiirsel üretimde kullanı­lan diller– belli bir dolaysız ve saydam iletişimi, karşılıklı ta­nıma ve uyumu amaçlar ve gerçekleştirir. Ancak, bu tür deney­sel girişimler, değişik biçimlerde tecrit olmuş küçük grupların işi olmuştur hep. Bunların yarattığı olaylar ve şenlikler, her za­man dar sınırlara hapsolmak zorunda kalmıştır. Devrimin so­runlarından biri de, bu türden Sovyetlerin ya da iletişim kon­seylerinin bir federasyonunu oluşturarak, artık düşmanın ileti­şim ağına, yani iktidarın diline bağımlı kalmayacak ve böylece dünyayı kendi isteği doğrultusunda dönüştürebilecek aracısız bir iletişimi harekete geçirmektir.

 Sorun, şiiri devrimin hizmetine vermek değil, devrimi şiirin hizmetine sokmaktır. Devrim, ancak böylelikle kendi tasarısına ihanet etmemiş olabilecektir. Tam da devrimin artık ortadan kalkmış olduğu bir anda kendilerini onun hizmetine sunan gerçeküstücülerin hatasını tekrarlamayacağız. Kısmi kalmış ve hız­la ezilmiş bir devrimin anısına bağlı kalan gerçeküstücülük, çok geçmeden, seyirlik topluma ait bir reformizm türüne dönüştü. Yürürlükteki seyirliğin egemen örgütlenmesinin içinde kalarak, onun belli bir biçiminin eleştirisi oldu. Gerçeküstücüler, seyirli­ğin her türlü içsel gelişmesi ya da modernleşmesinin, iktidar tarafından, şifresini yalnız kendi bildiği kodlanmış bir dile ter­cüme edildiğini anlayamamış görünüyorlardı.

 Her devrim, şiirde doğmuştur ve her şeyden önce şiirin gücüy­le yapılmıştır. Devrim kuramcılarının bir türlü göremediği bir olgudur bu. Ve alışılmış devrim ve şiir kavramlarına bağlı ka­lındıkça, hiçbir zaman anlaşılamayacaktır. Ama karşı-devrimciler bunu genellikle sezinlemişlerdir. Şiir her ortaya çıktığı yer­de dehşete düşürür onları. Ellerinden geleni yaparlar şiirden kurtulabilmek için; engizisyondan salt üslup incelemelerine ka­dar her türlü şeytan-kovma yolunu denerler. “Bütün zamanları elinde tutan” gerçek şiir anı daima tüm dünyayı ve tüm geleceği kendi amaçlarına göre yeniden yönlendirmek ister. Devam ettiği sürece de talepleri hiçbir uzlaşma kabul etmez. Tarihin tüm ödenmemiş borçlarını yeniden gündeme getirir. Fourier ve Pancho Villa; Lautréamont ve –izleyicileri bugün yeni grev bi­çimleri geliştirmekte olan– Asturias'ın maden işçileri; Kronstad'lı ve Kiel'li denizciler; ve bizimle birlikte ya da bizsiz, uzun bir devrim için mücadeleye hazırlanan herkes, yeni şiirin yara­tıcılarıdır.

 Şiir, giderek daha açık bir biçimde, tüketim toplumunun boş­luk noktası, karşı-maddesi durumuna gelmektedir, çünkü tüke­tilebilir bir şey değildir (tüketilebilir bir nesnenin modern tanı­mına göre: tecrit olmuş ve edilgin tüketicilerden oluşan bir kit­lede yer alan herkes için aynı değerde olan bir nesne). Alıntılanan bir şiir artık hiçbir şey değildir, o ancak eski bağlamından çalınarak, bozulup değiştirilerek yeni bir bütünlük içinde kulla­nılabilir (detournement). Yoksa, şiir tarihininin incelenmesi, akademik bir egzersiz olmaktan öteye geçmez. Şiir tarihi, tari­hin şiirinden bir kaçış yoludur sadece – tabiî, eğer tarih kavra­mından, yöneticilerin seyirlik tarihini değil, günlük yaşamın ve bunun özgürleşmesinin tarihini, her bireysel yaşamın ve onun gerçekleştirilmesinin tarihini anlıyorsak.

 Eski şiirin “koruyucularının” rolü hakkında da hiçbir kuşkuya yer olmamalı. Devlet çok farklı bir takım nedenlerle cehaleti or­tadan kaldırmaya çalışırken, bunlar da eski şiiri daha çok yay­maya çalışırlar. Bir tür müze müdürüdür bu adamlar. Şüphesiz dünyada bir şiir kütlesi kalır hep, ama bunları yeniden canlan­dıran, iletişime sokan, kullanan yerler, anlar ya da insanlar yok­tur ortada. Ortaya çıkabilmelerinin tek yolu da bozup değiştir­me (detournement) pratiğidir; çünkü hem yeni kazanılmış hem de yitirilmiş bilgiler eski şiirin kavranışını değiştirmiştir; çünkü ne zaman eski şiir etkin bir biçimde yeniden bulunursa, belli olaylar bağlamına oturtulmuş olacak ve bu da ona yeni bir anlam kazandıracaktır. Ama en önemlisi, şiiri mümkün kılan bir ortam, geçmişin şiirsel başarısızlıklarını yeniden ortaya sürmemelidir (bu başarısızlıklar, şiir tarihinin başaşağı çevrilen ve böylece başarı ve şiirsel anıt olarak sunulan kalıntılarıdır as­lında). Böyle bir durum, doğal olarak, kendi şiirinin iletişimine (ve mümkünse, egemenliğine) yönelecektir.

 Şiir arkeolojisi, modern seyirliğin yarattığı yeni bir cehalet içinde yaşayan kamuoyu için uzman sanatçıların uzunçalarlara doldurduğu geçmiş şiirden seçmeleri yeniden ısıtmakla uğraşır­ken, bilgilendirmeciler de emirleri kolayca aktarabilmek için her türlü “özgürlük fazlasını” yok etmeye çalışmaktadırlar. Oto­masyon kuramcıları hem hayattaki hem de dildeki değişkenleri yasaklayarak ve ortadan kaldırarak, otomatik bir kuramsal dü­şünüş üretmeyi amaçlamaktadırlar. Ama boyuna takılıp kaldık­ları engeller vardır burda. Örneğin, bilgilendirmede bir uluslar­arası standartlaşmayla birlikte geçmiş kültürlerin de bilgilendirmeci bir revizyonunu gerçekleştirmeye başlamış olan çeviri makineleri, önceden hazırlanmış programlarının kurbanı olmak­tadırlar: bu programlar, yapılarının bir gereği olarak, bir söz­cüğün kazandığı herhangi bir yeni anlamı da, onun geçmişteki diyalektik çok-anlamlılığını da kaçırırlar. Böylece dilin yaşamı –kuramsal kavrayıştaki bütün ilerlemelere bağlı olan bir yaşam­dır bu (“Düşünceler gelişir; sözcüklerin anlamı da bu gelişme­ye katılır”)– resmi bilgilendirmenin makine dünyasının dışında bırakılır. Ama bu aynı zamanda, özgür düşüncenin, bilgilendirmeci polis tekniklerinin ulaşamadığı belli bir gizlilik içinde ör­gütlenebileceği anlamına da gelir. Bulanık olmayan, tek-anlamlı işaretler ve otomatik ikili sınıflandırma arayışı, varolan ikti­darla çok açıktan bağlantılıdır ve aynı onun gibi eleştirilebilir. Bilgilendirme kuramcıları, en taşkın, en çılgın tasarılarında bi­le, seçmiş oldukları geleceğin hantal, kaba bir görünümünü sun­manın ötesine geçememektedirler; günümüz toplumunun ege­men güçlerinin de peşinde olduğu aynı yeni cesur dünyadır(*) bu gelecek tasarımı: sibernetik bir devletin kurulması. Şu anda oluşmakta olan teknokratik feodalizmdeki lordların vasalları, bütün bu adamlar. Soytarılıklarının masum bir yanı yok: krala dalkavukluk etmek yaptıkları.

 Bilgilendirmecilikle şiir arasında yapılacak seçimin eski şiirle bir ilgisi olamaz artık. Tıpkı klasik devrimci hareketin bugünkü hiçbir biçiminin, yaşamın egemen örgütlenişine karşı hiçbir yerde gerçek bir alternatif oluşturamaması gibi. Yine bu yargı­ya dayanarak, üretildiği ve tüketildiği eski biçimleriyle şiirin yok olduğunu ve etkili, beklenmedik biçimlerde yeniden ortaya çıkacağını ilan ediyoruz. Şiirsel emirler yazmanın zamanı değil şimdi; bunları yerine getirmek, gerçekleştirmek zorundayız.

 
(*) Aldous Huxley'in teknolojinin egemenliğindeki bir geleceği anlattığı Brave New World (Yeni Dünya) kitabına bir atıf [Ç.N.]


Çeviren: Nusret Erem

Akıntıya Karşı’dergisinin Ocak 1986 tarihli birinci sayısından alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder