Kenneth Rexroth
1918’den önce “komünizm” kelimesi, Devlet sosyalizminin radikal, devrimci bir biçimi olan ve Rus Bolşevikleri tarafından temsil edilen bir çeşit Sol Sosyal Demokrasiyi ifade etmiyordu. Tam aksine, bu sözcük, şu ya da bu şekilde Devleti ortadan kaldırmayı isteyenlerin, sosyalizmin iktidarı alma meselesi olmadığına inananların, bunun yerine iktidardan kurtulmayı ve toplumu zorlayıcı olmayan insan ilişkilerinin organik bir topluluğuna çevirmek isteyenlerin kullanımındaydı. Bunun, toplumun geçmişteki doğal hali olduğuna, ve Devletin de yalnızca, gönüllü birliklerde bir araya gelen ailelerin ev idaresinin, [yani] oeconomia’nın normal bedeninin üzerinde büyüyen bir hastalık olduğuna inanıyorlardı. “Sosyalizm” kelimesinin kendisi bile ilk olarak 19. yy Amerika’sında yaygın olan özgür komünist topluluklara uygulanmıştır.
Liberter komünizme inanan insanlar, her biri
kendi ustalarıyla, teorisyenleriyle, önderleriyle, örgütleriyle ve
literatürüyle, kabaca üç genel teori altında gruplanabilir. İlki daha sınırlı
bir çeşitlilikte olan anarşistlerdir: komünist anarşistler, mutualistler
(karşılıkçılar), anarko-sendikalistler, bireysel anarşistler ve bir kaç grup ve
kombinasyon. İkinci olarak, amaçlı toplulukların üyeleri, kesinlikle daima dini
esinliydiler. “Komünalizm” ve “komünalist” kelimeleri yavaş yavaş ortadan
kalkıyor gibi görünmektedir ve bu kelimeler bu gruba gayet iyi uygulanabilir
-şimdilerde çok kafa karıştıran “komünist” kelimesinin aslında bunlara en iyi
uyan kelime olmasına rağmen. Üçüncü olarak, 1918’den önce Sosyal Demokrat
İkinci Enternasyonal’e meydan okuyan yaygın bir hareket haline gelen Sol
Marksistler vardır. Devrimin ilk günlerinde Bolşeviklerin devrimi desteklemeleri
için yardım talep ettikleri onlardı. Lenin’in Devlet ve Devrim’i onların
düşüncelerinin otoriter bir parodisidir. Zamanında buna “şimdiye dek yazılmış
en iyi seçim öncesi broşür: ‘bizi seçin ve biz yok olalım’.” demişlerdi. Lenin onlara
karşı ‘Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı’nı yazdı. Şöyle bir hikaye
var: Komünist Enternasyonal kurulduğunda bir delege isme itiraz etmişti. Bütün
grupları işaret ederek “fakat komünistler zaten var” demişti. Lenin yanıtladı:
“hiç kimse onlardan bahsedildiğini duymadı, ve biz onların işini bitirdiğimizde
kimse de duymayacak”. Bugün bu fikirler hiç olmadığı kadar daha baskındır.
Doğu Almanya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya
gibi Rus iktidarına karşı çıkan ayaklanmaların hepsi başlarda aynı biçimdeydi,
1921’deki Kronstadt’lı denizcilerin ayaklanması –özgür Sovyetler, işçi
konseyleri, mahalle komiteleri ve köylü komünleri- Barselona’daki, Katalunya ve
Endülüs kırsalındaki İspanya İç Savaşı’nın ilk yıllarındakilerle aynı toplumsal
biçimdeydi. Bu ayaklanmaların gerici ve anti-komünist oldukları bir örnek
yoktur. “Serbest Girişime Dönüş” sloganı bir daha asla yükselmemişti. Gerçek şudur
ki, okul çağındaki bütün çocuklara öğretilen Komünist Manifesto ve Devlet
ve Devrim’le birlikte, bir toplum Bolşeviklerin bürokratik Devlet
kapitalizmine bir kere döndüğünde ve iktidar yapısını reddettiğinde, o toplumun
gidecek hiçbir yeri yoktur. Resmi Komünizmin olası tek tamamlayıcısı özgür
komünizmdir. Kapitalizm öncesinde olduğu gibi, egemen sınıf öğretisi olarak
Marksizm kendi içinde kendi yıkımının tohumlarını taşır. Rus hegemonyasından
özgürleşmeyi başaran bir Komünist Partisi olan Yugoslavya’da, daha fazla
işçinin endüstri, siyaset ve ekonomik devolüsyona katılması ve federe komünler
kaçınılmazdır. Yugoslav Komünist Partisi belki de, Milovan Djilas’ın dediği
gibi, yeni bir egemen sınıftır; Rus baskısına dayanmak için bir sınıf, yaygın
desteği garanti altına almak için sürekli ayrıcalığı kabul etmek zorundadır, ve
bu ayrıcalıklar hem bürokrasi hem de işçi sınıfında ortak olan ideolojik bir
bağlam içerisinde yer alır –“komünizm”e bağlılık.
Büyük Çin Kültür Devriminden beri benzer bir
süreç devam etmektedir, fakat yukarıdan aşağıya doğru. Çin Komünist Partisi,
Rus Bolşevik devriminin ilk iki yılındaki toplumsal ilişkileri, yoğun bir
nüfusun her seviyesinde, demokratik yöntemlerle değil daha sert ve zorlayıcı
bir otoriterlikle yaratmayı ve korumayı denemektedir.
Dünyanın sözde sosyalist yarısındaki durum
budur: kapitalist yarıda ise ideolojik gelişim çok daha ileridir, fakat pratik
sonuçlar 19. yy kapitalizminin endüstriyel ve finansal organizasyonlarından
miras kalan iktidar yapısı tarafından engellenir. Merkezsizleşmeye
(desentralizasyon) ve üretim açısından inisiyatiflere yönelik eğilimler eskimiş
hukuki aygıtlar tarafından maskelenir. Bu, devrimci gelişimin daha açık olduğu
fabrika ya da hükümet bürokrasisinden uzaktaki bireylerin kişiler-arası toplumsal
ilişkilerinin serbest alanlarındadır. Devlete ve ekonomik sisteme yönelik
etkili bir saldırı güç gerektirir, ve basitçe sistemin polis gücü olan devlet
şimdiye kadar tüm etkili güce sahiptir. Nümayişler veya Molotof kokteylleri
hidrojen bombasından önce de aynı derecede güçsüzdü. Bu nedenle, önemli
değişimler genç isyancıların “yaşam tarzı” diye adlandırdığı alanda
gerçekleşti. Ve yine bu yüzden, hem Yaşlı Solun hem de Sağın kıdemlileri onları
asalaklıkla suçladılar. Komünler, yaşlı nesillere, geç kapitalizmin lüksleri
olduğu kadar müzik ya da uyuşturucunun gayet kârlı bir patlaması olarak da
göründü.
Hakim toplumda yoğunlaşma ve kişiliksizleştirme
arttığında, sermaye yoğunlaşması yığınlar ve uluslararası şirketlerin daha
büyük işletmelerinin darbesiyle birlikte arttığında, giderek daha fazla yerel
inisiyatif merkezi Devletin hükümleri tarafından kaldırıldığında, ve
bilgisayarlaşma ile otomasyon hem emekteki hem de yönetimdeki insan
inisiyatifinin rolünü daralttıkça, hayat daha da gerçekdışı ve amaçsız hale gelir.
İnisiyatife sahip olduğu yanılsamasına hâlâ bağlı olan küçük bir seçkin grubu
hariç olmak üzere hayat herkes için anlam yokluğu halini alır. Eylem ve tepki
–tez ve antitez- işlerin bu durumu kendi karşıtını üretir. Tüm dünya üzerinde
insansızlaştırmaya karşı içgüdüsel bir ayaklanmaya şahit oluyoruz. Marksizm,
değişen ekonomik sistemin kişiyi işinden, arkadaşlarından, ve kendisinden
yabancılaştırmasının bertaraf edilmesini önerir. Ekonomik sistem değişmiştir, fakat
kişinin kendisine yabancılaşması sadece artmıştır. Buna ister sosyalizm isterse
kapitalizm diyelim, insani tatmin ve hayatın anlamı bağlamında Doğu ve Batı
aynıdır. Bu yüzden, bugün varolan isyan, birincil olarak değişen politik ve
ekonomik yapıyla alakalı değil, aynı zamanda da doğal olarak kişinin kendine
yabancılaşması üzerine kafa kafaya bir çatışmadır.
İsyan biçimindeki bu alternatif toplum büyük
oranda içgüdüsel olarak vücut bulmaktadır. Devrimlerin iki yüzyılı seçenekleri
tüketmiştir. Dönecek başka bir yer yoktur.
Bu kesişim noktasında ekolojinin çok büyük
oranda popüler olması gerektiği doğrudur. Bir kişinin üzerinde yaşadığı dünyayı
tahrip etmesi, yaşam çevresini madenciliğe feda ederek kendi neslini tüketmeye
sürüklemesi ve tüm iş girişimlerini maden işletmeleri lehine azaltmaları adil
değildir. İnsan ırkı türlerin belli bir çeşididir, dahili olarak tür içindeki
kişiler arası, ve harici olarak da diğer türlerle belirli ilişkilerle, belirli
bir çevrede gelişir. Eğer böyle olmasaydı, insan ırkı evrimleşmeyebilirdi, ve bu
dar bir modifikasyon (değişim) aralığında devam etmeseydi insan nesli
tükenebilirdi. İnsanın çevresiyle ve kendi türdeşleriyle varolan ilişkisi,
türlerin evrimi için optimum gerekliliklerden çok farklı hale gelmiştir, bu tür
sürdürülemeyeceğini bildiğimiz insanlıktır. Böyle bir durumda, yeniden
düzenleme için bir talep, omurgasız bir hayvanın elektrik şokuna maruz
bırakıldığı koşullarda verdiği tepki gibi içgüdüseldir. Bu, tüm liberter ve
komünal gelenek eğilimleri ve ekollerinde ortak olan şeydir. Başlıca vurgu,
insanın organik bir topluluğun, bir biotanın üyesi olması, hemcinsleri ve çevresiyle
yaratıcı ve sömürücü-olmayan bir ilişki içinde olması üzerinedir. Elisée Reclus
ve Peter Kropotkin gibi anarşist komünistlerin her ikisi de coğrafyacıydı, hem
de ekoloji biliminin kurucusuydular.
18. yy öncesinde insan hayatta kalmak için
çevresiyle işbirliği kurmak zorundaydı. Buna rağmen Buzul Çağının sonuna kadar
gelişen büyük memelilerin ortadan kaybolmasından avcı insanlar sorumlu
tutulmaktadır, aslında biotanın çok küçük bir parçasından da; ormanların yok
edilmesi, anız-yakım tarımı, ve sulanabilen topraklarda tuz birikmesi bütün
uygarlıkları tahrip etmiştir. Endüstriyel ve bilimsel çağın saldırısıyla, bir
tarladan çok bir madene yatırım yapmayı seçen işletme girişimleri dünyayı gittikçe
daha fazla tehdit etme eğilimindedir, aynı şekilde insan kaynaklarını da. İnsan
ırkı bu gidişatta ısrarlıysa bu yüzyılın sonunu göremeyeceği bugün açıkça
ortadadır.
Ekonomik sistem çalışmaları, doğru Marksist
tarzda, komünalizmin ve anarşizmin birçok fenomenini üretmiştir. En belirgini,
Batı dünyası boyunca muazzam büyüyen komünal yaşamın kendisidir. Can çekişen
Keynesyen ekonominin enflasyonundan kaçışla birlikte, binlerce genç, özellikle
çocuklu gençler, orta-sınıf refah toplumundaki hayat standartlarını korumayı
olanaksız buluyorlar ve sadece küçük komünlerde gerçek fakirlikten
kaçabiliyorlar. Aynı zamanda, görkemli evlerde ve yirmi-odalı apartman
dairelerindeki yaşam tarzı sona ermiştir, ve bu mekanlar harcamaları ve
sorumluluğu paylaşan gruplar tarafından devralınmıştır. … Kentsel yaşam çok
pahalı, çılgın, tehlikeli olduğu kadar bozuk hale geldiğinde ve vergiler toplum
yaşamından çok savaşlara harcandığında, giderek daha fazla insan şehirden kaçıyor
ve artık endüstrileşmiş tarımla baş edemeyen 25 dönümden 80 dönüme uzanan
eski-tarz genel çiftlikler üzerine kırsal komünler inşa ediyorlar.
Ekonomi ile Engels’in “üstyapı” olarak
adlandırdığı şey arasındaki açık ilişkiyi sorgulayamayız. Günümüzdeki bu tarz
komünlerin, bir açıdan, insani özelliklerden mahrum hakim toplum üzerindeki
insani parazitler oldukları doğrudur, fakat hakim toplumun bir kaos ve nükleer
savaş ile yıkılması halinde en azından kırsaldaki birilerinin yaşayabileceği
varsayımı da doğrudur. Ekonomik olarak bağımsız olmak için komünler, sürekli
olarak yoğunlaşan hakim ekonominin sistematik bir terk edilmesi olarak kendi
ekonomilerini geliştirmek zorundadır. Bu, kökten anlamda bütünüyle farklı bir yaşam
değerleri skalası içindeki bütünüyle farklı bir yaşama standardı
gerektirebilir. Fakat bu tabi ki yavaş ilerleyen şeydir.
Alternatif bir toplumun gelişiminin karşı
karşıya olduğu neredeyse tüm sorunlar, liberter gelenekteki teorilerin bir
yerinde tartışılmış ve uygulanmıştır. Friedrich Engels Ütopik ya da Bilimsel
Sosyalizm arasında bir karşıtlık yaratmıştır. Marx ve Engels’in bilimsel
sosyalizminin, sosyalist devrimin kaçınılmazlığını ve bu yüzden de devrimcinin
görevinin, asla nerede, ne zaman, neden, nasıl veya ne sorularını sormadan
tarihle el ele vermek olduğunu neredeyse matematiksel olarak gösterdiği
varsayılır. Bu sorulara önceden cevap vermeye yönelecek herhangi bir girişim
“ütopyacı” idi. Fakat tarih sadece aynıların daha fazlasını üretmiş ve buna
sosyalizm adını vermiştir. Bu temel sorulara önceden cevap vermemekle, yeni bir
toplumun ne olması gerektiği hakkında bir planın olmamasıyla, Marksizm “laf
olsun diye devrim”den çok da uzağa düşmemiştir. Bugün toplumsal değişimin daha
açıkça tasavvur edilen bir geleceğe doğru ilerlemesi gerektiğini ya da bunun
bir felakete doğru gideceğini fark ediyoruz. Bu ütopya da olabilir felaket de.
Teknoloji, suyun buhara dönüşmesi gibi,
niceliğin niteliğe tahvil edildiği kritik bir noktayı geçtiğinde, daima toplumsal
yapı ile bağdaşmaz bir hale gelir, özellikle de 19. yüzyılda endüstriyel ve
finansal sömürünün iktidar yapısındaki gibi. Kapitalist sömürü yöntemlerinin
feodal ve merkantil biçimlerin kabuğunu çatlattığı 18. yy ve 19. yy başlarındaki
gibi toplumsal biçimler ve ekonomik içerik arasındakiyle aynı türden bir çelişki
ortaya çıkıyor. Kapitalist sistemin ve Devletin varolan eğilimlerinin, ilerleyen
teknolojiyi daha büyük endüstriyel, yönetsel ve politik yoğunlaşma amaçları
için kullanma eğilimine rağmen bu değişimlerin gerçek potansiyeli karşıt yöne
doğru ilerliyor. Ekonominin geniş alanı üzerinde bu, radikal bir bozulmayı ve
üretimin merkezsizleşmesini başlatabilecek artan bir olanak haline geliyor.
Aynı zamanda, bedensel kas enerjisi anlamında emek gücü önemini yitiriyor; ve
eğer bugün Marx’ın ve Ricardo’nun iktisadı gibi yeni bir ekonomi modeli inşa
etmek mümkün olsa bile, bu anlamda emek gücünün değerin tek ve başlıca ana
kaynağı olup olmadığı sorgulanabilir.
Üretimin amacı kar değil de hayatı zenginleştirmek
olsaydı, kolay, ilgi çekici ve yaratıcı işlerin giderek daha çoğunu bugünden yapmaya
başlamak epey mümkün olurdu. Zaten dile düşmüş şekliyle, monoton çalışmanın
belirli çeşitleri –montaj bandı otomobil üretimi, eski tarz madencilik, ve
bunun gibiler – işteki moral bozukluğundan ve tam üretim için yeterli işçileri
toplamadaki acizlikten sıkıntı çekiyorlar. Detroit’teki uyuşturucu kullanımı aşağı
yukarı Vietnam’da olduğu kadar yaygındır - ve yine aynı nedenlerle çekilmez bir hayat
tarzının reddi de öyle.
Hayat tarzındaki değişmesine duyulan istek, eskimiş
toplumsal yapıların tıkanmasına karşı sürekli olarak vurgulanır, ve iktidar
yapısının izin verebileceği hallerde bunlar yıkılır ve kırılır. 19. yy ve 20.
yy’ın başlarına has özel ekonomik evlilikler, üretim makinesindeki bir dişli
çark kadar demode hale gelmiştir. (Ibsen’in Bebek Evi’ni yazdığı
zamanlarda başlamıştır.) Halihazırdaki politik, ekonomik, ve dini sistemler
anlamlı hiçbir alternatif önermiyor. Sonuç olarak, cinsel devrim, feministlerin
ve ilk anarşist hareketin özgür aşıklarının en vahşi rüyalarını aşan bir şekilde
vuku bulmuştur. Yirmi yıldan fazla bir süre önce bir kadın arkadaşım “Bu gece
sahile park etmiş her arabanın içinde bir Emma Goldman var” demişti. Günümüzün
talebi, gelişigüzel ve müşterek ilişkiler değil, kişiler arası ve kişisel
olarak anlamlı bir çeşit birlikteliktir. Bu tarz ilişkilerin yaygınlaşması
toplumsal yapıyı son derece değiştiriyor. Kısa bir zaman önce anarşist bir
yaşam tarzı bilinçli bohemlerin ve devrimcilerin küçük bir azınlığıyla
sınırlanıyordu. Bohemlik yabancılaşmanın alt kültürüdür. Önceki toplumlarda
bilinmiyordu, kapitalizmin kendisiyle gelişti. William Blake, William Godwin ve
onların çevreleri Fransız Devrimi ve endüstriyel çağın başlangıcıyla aşağı
yukarı çağdaştır. Bohemlik hakkında şu söylenebilir; içerisinde sanki devrim
tamamlanmışçasına yaşayanların olduğu asalak bir ütopya; ya da tekrarlarsak,
bohemlik zengin lüksünün zevkini çıkarmak için fakirlere ihtiyaç duymayı
önsayar. Bu basitçe şu anlama gelir; kapitalizm başından beri, doğal bir ürün
olarak, küçük ve yavaş yavaş büyüyen kendi yabancılaşmasını ve anlam
eksikliğini açıkça reddeden bir insanlar sınıfını gizler. Sermayenin ilkel
birikiminin zor dönemlerinde bile, sistem çok etkisizdi, eğer birisi şanslıysa,
nitelikliyse, genellikle iyi eğitimliyse, ve korkunç yoksulluk seviyesinin
üzerinde doğduysa, sistemin kendi gedikleri içinde farklı bir hayatı yaşamak
mümkündü. Gedikler bugün varlıklı bir toplumun her yerinde açılmıştır. Binlerce
insanın endüstriyel kapitalist ekonomiden kaçabileceği ve kösele veya batik ya da
deri işleri yaparak yaşayabileceği doğrudur, veya gitarı tıngırdatmak yüzeysel
ve önemsiz görünebilir. Ama öyle değildir. Sorun otomobilleri aynı yolla üretmek
için ekonomiyi yeniden örgütlemektir.
Büyük bir savaşın insan ırkının imhasıyla
sonuçlanabileceğini, ve bununla birlikte varolan politik ve ekonomik
sistemlerin hiçbirinin olanaksız bir savaşı sürdüremeyeceği sürece bunun
nihayete ereceğinin bugün herkes bilir. İkinci Dünya Savaşından beri Kore’deki
ve Vietnam’daki iki büyük çatışma tam bir moral çöküntüsünü kırmıştır. Savaş
olmadan da ekonomik ve politik sistemler aynı tarz bir karamsarlık üretir.
Uygarlık çöküşünün semptomları bizim için günceldir, ve Roma İmparatorluğu’nun
son yıllarında olduğundan çok daha fazla vurgulanmaktadır. Henüz bu
semptomların hepsi ille de patolojik değildir. Çağdaş dünya iki karşıt eğilim
tarafından çekip ayrılır –birisi toplumsal ölümdür, diğeri ise yeni bir
toplumun doğuşudur. Günümüzün kriz fenomenlerinin çoğu tezat yüklüdür ve krizin
nasıl çözüleceğine bağlı olarak hem ölüm hem de doğum anlamına gelebilir.
Uygarlık krizi kitlesel bir fenomendir ve
ideolojinin bir yararı olmaksızın ileriye doğru hareket eder. Özgürlüğe, topluluğa,
anlamlı hayata, ve yabancılaşmaya saldırmaya duyulan istek büyük oranda gelişiminin
başında ve içgüdüseldir. Liberter devrimci harekette bu amaçlar ideolojikti,
kitaplarla sınırlıydı ya da genellikle geçici olarak sadece küçük deneysel
topluluklarda, veya bireysel yaşamlarda ve küçük sosyal çevrelerde zorlukla
uygulanırdı. Çağdaş devrimci dalganın, teorisiz ve anti-ideolojik bir devrim
olduğu söylenebilir. Fakat teori ve ideoloji, kapitalizmin kendisi kadar eski
bir gelenekte zaten mevcuttur. Üstelik, özel yetenekli bireyler sömürücü ve
rekabetçi bir sistemin gediklerinde özgür hayatlarını yaşayabiliyorlardı, böylece,
eskimiş biçimlerin geride kalması yüzünden, gelişmekte olan kapitalist sistemin
geçici ve yerel olarak kırıldığı dönemlerde serbest komünal örgütlenmenin
etkili olduğu kısa devrimci balayıları yaşandı. Ne zaman iktidar yapısı
sendelese ya da çökse genel eğilim bunu özgür komünizm ile değiştirme eğilimi
yönündedir. Bu neredeyse devrimin bir yasasıdır. Şu ana kadar her örnekte, ya
Paris Komünü’ndeki veya İspanya İç Savaşı’ndaki gibi eski iktidar yapısı, ya da
Fransız ve Bolşevik Devrimleri’ndeki gibi yeni bir iktidar yapısı, bu özgür
devrimci toplulukları toptan bir terör ve katliam ile bastırmıştır.
Kenneth Rexroth’un 1974 tarihli Communalism adlı kitabının “Giriş: Liberter Gelenek” adlı bölümünün çeviridir.
Çeviren: Mustafa Erata
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder