Rosalind Krauss
Avangard sanatçı varlığının ilk
yüzyılında devrimci, dandy, anarşist, estet, teknolog, mistik gibi pek çok
kılığa büründü; çeşitli inançları vazetti. Bu öncü söylem içinde tek bir şey
değişmez biçimde muhafaza edildi; o da özgünlük konusu. Burada özgünlükten
bahsederken kastettiğim, Ezra Pound’un ‘Make it new!’ çağrısında ya da
fütüristlerin İtalya’yı ‘sayısız mezarlıklar’ gibi kaplamış olan müzeleri
tahrip etmeye yönelik yeminlerinde örneklenen, gelenek karşıtı başkaldırıdan
fazlası. Geçmişin reddinin ya da çözülmesinin ötesinde, avangard özgünlük,
gerçek bir köken, sıfır noktasındaki başlangıç, doğum olarak algılanmıştır.
Marinetti, 1909 yılının gecelerinden birinde otomobilinden fırlayıp
yuvarlandığı fabrika hendeğinden, sanki amniyon(2) sıvısından doğmuşçasına,
-soya sopa sahip olmadan- bir fütürist olarak çıkmıştır. İlk Fütürist
Manifesto’yu açan, mutlak özyaratıma dair bu hikaye, erken yirminci yüzyıl
avangardının özgünlükten ne anladığını gösteren bir model olarak işlev gördü
hep. Özgünlük, biçimsel buluştan çok yaşamın kaynağına göndermede bulunan
organikçi bir eğretilemeye dönüştü. Köken olarak benlik, geleneğin
lekeleyemeyeceği bir yerde durmaktaydı, çünkü bir tür kökensel naifliğe
sahipti. Brancusi’nin deyişinde olduğu gibi, ‘çocukluktan çıktığımızda ölmüş
olacağız’. Buna ek olarak, köken olarak benlik yeniden üremeye yönelik, kendini
doğurmayı süreklileştiren, daimi bir potansiyele sahipti. Maleviç’in
açıklamasında olduğu gibi, ‘sadece, dün sahip olduğu inançları reddeden canlı
kalacak‘tı. Köken olarak benlik, de novo olarak deneyimlenen şimdi ile gelenek
yüklü geçmiş arasında ayrım yapılabilmesini olası kılan şeydi. Avangardın
savları tam da özgünlüğe yönelik bu savlardı.
Avangard kavramınınn kendisi,
özgünlük söyleminin bir işlevi olarak görülebiliyorsa da, öncü sanatın
üretiminin aslında yineleme ve yeniden vuku bulmanın zemininden çıkan bir
çalışma tarzına eğilim gösterdiği açığa çıkmaktadır. Görsel sanat alanındaki
avangard üretimden alınan tek bir figür örnek oluşturabilir. Bu figür,
grittir.(3)
Maleviç, Mondrian, Picasso,
Schwitters, Cornell, Reinhardt, Johns, Andre, LeWitt?, Hesse ve Ryman gibi kendini avangard
olarak tanımlayan bir çok sanatçının işinde varolmasının yanında, grit, öncü
sahiplenmeye elverişli pek çok sayıda yapısal niteliği de sahip. Bunlardan biri
dile karşı geçirimsizliği. ‘Sessizlik, sürgün ve hüner’ Stephen Dedalus’un
anahtar sözcükleriydi ki, bunlar aynı zamanda Paul Goodman’ın bakış açısıyla
avangard sanatçının kendine dayattığı kodlamayı ifade etmekteydiler. Grit
sessizliği ortaya koymakta, daha da ötesinde bunu konuşmanın reddi olarak ifade
etmekteydi. Gritin mutlak durağanlığı, sıradüzene, merkeze, derecelemeye sahip
olmayışı, sadece gönderge karşıtı niteliğini değil, aynı zamanda –daha
önemlisi- anlatıma karşı olan düşmanlığını ortaya koyuyordu. Zamana ve olaya
olan geçirimsizliği sayesinde, dilin, görselliğin alanına yansıtılmasına engel
oluyor ve sonuçta sessizlik ortaya çıkıyordu.
Sessizlik, sadece gritin konuşma
karşısındaki engel olarak aşırı etkinliğiyle ilintili değildi; aynı zamanda
gritin ağgözlerinin dışarıdan gelebilecek herhangi bir müdahaleye karşı
sağladığı korunaklılıktan türemekteydi. Boş odalardaki ayak seslerinin yankısı,
gökyüzünün boşluğunda dolaşan kuşların çığlıkları ya da uzaklardaki bir suyun
gürültüsü değildi sözkonusu olan –grit, doğanın uzamsallığını saf bir kültürel
nesnenin sınırlı yüzeyine çökertmişti. Dilin olduğu kadar doğanın da önünün
kesilmesiyle, daha da yoğunlaşmış bir sessizlik çıkmaktaydı ortaya. Pek çok
sanatçı bu yeni bulunmuş sakinliğin içinde Sanat’ın başlangıcını, kökenini
duymayı ummaktaydı.
Sanatın bir tür kökensel saflık
içinde başladığını düşünenler için grit, yapıtın arı yansızlığının, özerklik
vaadini türeten mutlak gayesizliğinin amblemi konumundaydı. Schwitters, ‘sanat,
tanrısal olan gibi yükselmiş, yaşam gibi dile getirilemeyen, tanımlamayan,
amaçsız bir ilksel kavramdır’, diye ısrar ederken sanatın kökensel özününe
yönelik bu anlamlandırma gelir kulağımıza. Ve grit, estetik saflık ve
özgürlüğün bu yeni boşaltılmış uzamına doğma hissine zemin hazırlar.
Sanatın kökenlerinin saf bir
yansızlıkta bulunacağını düşünmek yerine, deneyimsellikle zemin kazandırılmış
bir birliği arayan sanatçılara göre, gritin gücü, aynı anda hem üzerini çizerek
hem de görünür kılarak resimsel nesnenin maddi zeminine figür
kazandırmasındaydı; böylece resimsel yüzeyin, resimsel maddenin
düzenlenmesinden doğduğu görülebilirdi. Bu sanatçılar için, grit ile
işaretlenmiş yüzey mutlak başlangıcın imgesi durumundaydı.
Belki de bu başlangıç, sıfır
noktası, taze çıkış düşüncesinden dolayı sayısız sanatçı grite başvurdu; her
seferinde sanki yeniden keşfetmişcesine ele aldı; sanki temsilin kabuklarını soya
soya şematize edilmiş bu son indirgemeye, bu grafik kâğıdı zeminine ulaşarak,
kendi kökenini buluyor ve bu buluş bir özgünlük edimine karşılık geliyordu.
Soyut sanatçılar dalgalar halinde griti ‘keşfediyorlardı’; esinleyen
niteliğiyle, her zaman yeni ve biricik bir keşfi sağlayacak bir yapısı vardı
sanki gritin.
Paradoksal biçimde sürekli
yeniden keşfedilen bir kalıp konumundayken, aynı zamanda, paradoksu daha da
ileri götürerek, sanatçının kendini özgür hissettiği demir parmaklıklı bir
zindan haline geliyordu grit. Çarpıcı olan, özgürlüğün nişanı olarak
etkinliğini sürdürürken, özgürlüğün uygulanmaya konması bağlamında son derece
kısıtlayıcı olmasıydı. Tartışmaya yer vermeksizin, düz bir yüzey üzerine
kurulabilecek en uç inşa formülasyonu olarak değerlendirilebilecek grit aynı
zamanda aşırı bir esnemezliği içermekteydi. Kimse tarafından icat edildiği
iddia edilmeyeceği gibi, herhangi bir buluşun üretilmesine de pek
elvermemekteydi. Mesleki yaşamlarında grite yoğun biçimde bağlı kalmış
sanatçıları gözlemlediğimizde, bu yapıyı kullanmaya başlamalarıyla beraber
çalışmalarının gelişmelerini tamamladığını, yinelemeye yöneldiğini
söyleyebiliriz. Örnek olarak Mondrian, Albers, Reinhardt ve Agnes Martin gibi
sanatçıları gösterebiliriz.
Yine de gritin sanatçıları özgünlüğe
değil yinelemeye mahkum ettiğini söylerken, bu sanatçıların yapıtlarına olumsuz
bir betimleme getirmiyorum. Sadece bir çift terime –özgünlük ve yineleme-
yoğunlaşmak ve bunların yanyana getirilmesine önyargısızca bakabilmek buradaki
çabam; çünkü incelediğimiz örnekte bu iki terim bir tür estetik iktisat içinde
birbirine iliştirilmiş, karşılıklı bağımlılık içinde tutulmakta, ama bunlardan
birine –özgünlük– diğerinden –yineleme, kopyalama, taklit etme- daha fazla
değer biçilmekte.
Avangard sanatçının özgünlüğü
kendi hakkı olarak –doğuştan gelen bir hak olarak- değerlendirdiğini görmüştük.
Üretimlerinin kökeni olan kendi benliğine koşut olarak, yapıtı da kendi gibi
biricik olacaktı; kendi tekilliğinin koşulu ürettiğinin özgünlüğünü garanti
altına almaktaydı. Bu güvenceyi kendine tanımakta, özgünlüğünü, ele aldığımız
örnekte, gritin yaratımına sunmaktaydı. Fakat, gördüğümüz gibi, grit bu kişinin
–x,y ya da z isimli sanatçının- buluşu değil, ayrıca patenti de kimsenin
üzerinde değil: telif hakkı antiktede bir yerde zaman aşımına uğramış durumda
ve sözkonusu figür yüzyıllardır kamusal kullanım altında.
Yapısal, mantıksal, belitsel
olarak grit sadece yinelenebilir. Ve belirli bir sanatçının ‘özgün’ kullanım
anındaki yineleme ve kopyalama eyleminin ardından, sanatçının çalışmalarındaki
gelişim süreci ilerledikçe grit kullanımı yinelemeye daha fazla yaslanır ve
sanatçı kendini kopyalamaya yönelik tekrar eylemlerine girişir. Yirminci
yüzyıldaki pek çok sanatçı kuşağının bu özel paradoks durumuna –sanki mecbur edilmişler
gibi bu aldatıcı özgünlüğü yinelemeye mahkûm olmaları- kapılmalarına bir anlam
vermek gerçekten güç.
Ama diğer, tümleyici kurgu daha
da dayanılmaz: sanatçının özgünlüğüne değil de, resimsel yüzeyin kökensel
statüsüne dair olan yanılsama. Grit dehasından beklenen biz izleyicilere bu
kökeni serimlemesidir: daha ötede bir modelin, göndergenin ya da metnin
olmadığı tartışmasız bir sıfır noktası. Tabii, sanatçı, eleştirmen ve izleyici
kuşakları tarafından duyumsanan bu kökensellik deneyiminin doğruluk taşımayan
bir kurgu olduğu bir yana bırakılırsa. Tuval yüzeyi ve onun üzerine çizilen
grit, köken nosyonunun gereksindiği mutlak birliğin içinde kaynaşmaz. Çünkü
grit tuval yüzeyini izler, onu ikiye katlar. Yüzeyin bir temsilidir; doğrudur,
temsil ettiği zeminin üzerine işlenmiştir ama böyleyken bile, grit, ‘kökensel’
nesnenin çeşitli niteliklerini resimleyen bir figür olarak kalır: ağgözleri
aracılığıyla tuvalin örülü dokusunun bir imgesini kurar; içerdiği koordinat ağı
yoluyla alanın düz geometrisine karşılık gelen eğretilemeyi hazırlar;
yinelenişiyle yatay sürekliliğin yayılışını biçimlendirir.
Dolayısıyla grit yüzeyi açığa
çıkarmaz, sonuçta onu soymaz; yineleme aracılığıyla üzerini örter.
Söylediğim gibi, grit tarafından
uygulanan yineleme belirli bir resmin mevcut, deneyimsel yüzeyini izlemek, onun
ardından gelmek zorundadır. Bunun yanında gritin temsilsel metni yüzeyi
önceler, ondan önce gelir, hatta gerçek yüzeyin köken gibi bir şey olmasının
önüne geçer. Çünkü bu yüzeyin ardında, mantıksal olarak öncesinde,
sınırlandırılmış düzlemi kolektif olarak resimsel bir alan biçiminde örgütleyen
o bütün görsel metinler durmaktadır. Grit bu metinlerin tümünü özetler: çizimi
freske mekânik olarak geçirmede kullanılan ızgaralarla bölünmüş karton
taslaklar, örneğin; ya da üç boyuttan ikiye algısal geçişi sağlamak üzere
hazırlanan perspektif kafesleri; ya da oranlar gibi uyumsal ilişkileri
çizelgeye oturtan matrisler; ya da resmin düz bir dörtkenar olduğunu denemek
üzere milyonlarca kez yinelenmiş çerçeveleme eylemi. Bir Mondrian’ın, örneğin,
özgün zemininin yinelediği –ve yinelerken de temsil ettiği- metinlerdir bunlar.
Yani grit tarafından açığa vurulduğu düşünülen zemin yineleme ve temsile
dayanan bir süreç tarafından çoktan içeriden yarılmıştır; zaten çoktan bölünmüştür,
çoğuldur.
Resim yüzeyinin kökensel
statüsündeki kurgu olarak tanımladığım şey sanat eleştirisi tarafından gururla
modernist resim düzleminin matlığı olarak adlandırıldı ve bu tanımlama
sırasında, eleştirmen sözkonusu matlığın kendisinin kurgusal olduğunu hesaba
katmadı. Modernist sanatın söylemsel mekânı dahilinde, resimsel alanın
varsayılan matlığı asal bir kavram olarak tutulmalıydı. Çünkü birbiriyle
ilişkili bir terimler bütünü bu temel üzerinde yapılandırılacaktı. Bütün o
terimlerin –tekillik, otantiklik, biriciklik, özgünlük, asıl- dayandığı o
kökensel an, bu yüzeyin hem deneyimsel ve göstergebilimsel aşamasıydı.
Modernizmin haz alanı kendine-göndergeselliğin mekânıysa, bu haz kubbesi,
göstergebilimin resimsel göstergeye tanıdığı temsil-dışılık ve şeffaf-dışılık
olasılığı üzerine inşa edilmiştir; öylesine ki, sonuçta gösterilen, şeyleşmiş
gösterenin lüzumsuz koşulu haline gelir. Ama bizim bakış açımızdan, gösterenin
şeyleştirilemeyeceğini; onun nesneliğinin, esasının bir kurgu olduğunu; her
gösterenin kendisinin, onu göstergenin bir aracı olarak biçimlendirmeye yönelik
çoktan verilmiş bir kararın şeffaf gösterileni olduğunu gördüğümüz açıdan
batığımızda matlık diye bir şey yok; sadece kopyalamanın dipsiz dizgesinin
başdöndüren uçurumana açılan bir şeffaflık var.
Bu perspektiften bakıldığında,
resimsel yüzeyi temsil etme yoluyla imleyen grit sadece bir diğer, öncül grit
sisteminin gösterenini konuşlandırmayı başarır; ki bu sistemin ötesinde de
kendini önceleyen, diğer bir sistem yer alır. Modernist gritin … mantıksal
olarak, çoğul olduğu perspektiftir bu: kökensiz bir yeniden üretim dizgesi.
Modernist estetik üretimin başlıca araçlarından birinin asıl koşulunun, daha
önce bahsettiğim, çoğulu tekile, yeniden üretilebiliri biriciğe, sahteyi
otantiğe, kopyayı özgüne karşı konumlandıran ikileme arasında -özgünlük,
yineleme-, değer verilen terimden değil, bir kenara atılandan türediği
peskpektiftir bu. Sayılan terimlerin olumsuzluk yüklenmiş ve modernizmin
eleştirel uygulamaları tarafından bastırılmaya çalışılan yarısı baskın
çıkmıştır.
Bu perspektiften baktığımızda
modernizm ve avangardın özgünlüğün söylemi olarak tanımlayabileceğimiz şeyin
işlevleri olduğunu ve bu söylemin profesyonel sanat üretiminin kısıtlı
çevresininkinden daha geniş çıkarlara hizmet ettiğini görürüz–bu da geniş bir
kurum yelpazesi tarafından pompalanır. Bu özgünlük teması, otantiklik, kökenler
ve asıllar gibi nosyonları kapsayan haliyle, müzenin, tarihçinin ve sanatı
üretenin paylaştığı söylemsel alandır.
Kopya kavramı bastırılmadığında
ne olacak? Asılları olmayan yeniden üretimler söylemini; Mondrian’ın yapıtında
ancak, başlangıçtaki amaçları, resimlerinden temizlemeyi bir türlü beceremediği
temsiliyet kalıntılarını saptırarak işlerlik kazanabilecek söylemi ortaya koyan
bir çalışma nasıl bir görünüme sahip olacak? Buna verilecek yanıt ya da
yanıtlardan biri, Robert Rauschenberg’in serigrafilerinde başlayan ve
üretimleri eleştirel biçimde resimler olarak tanımlanan bazı genç sanatçıların
çalışmalarında devam eden, fotoğrafik reprodüksiyon konusundaki belirli bir tür
oyuna benzeyeceğini söylemek olurdu. Sherrie Levine örneğinde yoğunlaşacağım,
çünkü Levine’in işleri göründüğü kadarıyla köken kavramını ve bununla birlikte
özgünlük kavramını radıkal bir sorgulamaya tabi tutmakta.
Levine’in malzemesi, sanatçının
Edward Weston ve oğlu Neil’a ait imgeleri yeniden fotoğraflayarak oluşturduğu
ve Weston’ların telif haklarını çiğnediği, korsan olarak gerçekleştirilmiş
baskılar. Ama daha önce işaret edilmiş olduğu gibi Weston’ın ‘özgün’ imgeleri
de, başkaları tarafından üretilmiş modellerden alıntılamaları içermekteydi;
geçmişte çıplak erkek torsosunun kültürümüze işlenmesini ve çoğaltılmasını
sağlamış Grek kouroi serileri gibi. Levine’in, Weston’ın baskısı önünde
gerçekleştirdiği çalma eylemi, baskının, kendi çaldığı, kendinin yeniden
ürettiği bir modeller dizisine açılmasını sağlamaktaydı. Levine’in eyleminin
ait olduğu söylenebilecek kopya söylemi de, tabii ki, önceden çeşitli yazarlar
tarafından geliştirilmişti. Bunların arasında sayabileceğimiz Roland Barthes’in
S/Z’de gerçekçi sanatçıyı doğadan kopya eden değil de, bir ‘pastişçi’ ya da
kopyalardan kopyalar çıkaran biri olarak tanımlaması geliyor aklıma. Barthes’in
söylediği gibi:
Resimlemek, bir dilden bir
göndergeye değil bir koddan diğerine atıfta bulunmaktır. Bu nedenle gerçekçilik
gerçeğin kopyalanmasını değil, (resimlenmiş) bir kopyanın kopyalanmasını
içerir… 'Gerçekçilik' ikincil bir mimesis aracılığıyla zaten bir kopya olanı
kopyalar.
Eliot Porter’ın canlı renkler
içeren manzara resimlerinin reprodüksiyonlarından oluşan Levine’e ait diğer bir
seride, ‘asıl’ baskı yoluyla doğadaki kökene doğru ve –pitüreskin modelindeki
gibi- doğanın arka duvarındaki bir diğer kapakçıktan geçerek yücenin saf,
dokusal inşasına ve onun soluklaşan kopyalara doğru yozlaşmasının tarihine
doğru ilerlemekteyiz.
Çalışmaları kökene dair modernist
nosyonu açıkça yapıbozuma uğratıyor olsa da, Levine’in üretimini modernizmin
uzantısı olarak görmek olası değildir. Bu üretim, kopya söylemi gibi
postmodernisttir. Avangard olarak da görülemeyeceği anlamına geliyor bu.
Kendini önceleyen geleneğe karşı
açtığı eleştirel mücadeleden ötürü Levine’in çalışmalarını avangardın
ilerleyişi dahilinde ileri doğru atılmış bir adım olarak görmek isteyebiliriz.
Ama bu yanlış olur. Köken ve özgünlük gibi iki kardeş kavrama getirdiği
yapıbozumla postmodernizm, kendisi ve avangardın kavramsal sahası arasında bir
ayrışma oluşturmakta, ve tarihsel bir bölünmeye karşılık gelen uçurumdan geriye
bakmakta. Avangardın modernizmle paylaştığı tarihsel dönem artık bitti. Açık
bir olgu gibi görünüyor bu. Durumu gazeteciliğe ait bir şey olmaktan çıkaran,
söylemi bir kapanmaya sürükleyen söylem kavrayışıdır. Mitolojibozumu olarak
işleyen bir eleştiri ve gerçek bir postmodern sanatın dahil olduğu, modernizmin
ana önermelerini boşaltan, kurgusallıklarını sergilemek üzere onları tahliye
eden, bir kültürel pratikler karmaşasıdır bu. Bu yolla, yeni tuhaf bir
perspektiften geriye, modernist kökene bakarız ve onun sonsuz kopyalanmalar
halinde parçalanmasını izleriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder