Paul Patton
Deleuze, Godard'ın yapıtına, yaratıcılığı dolayısıyla ve bir minörite sineması üretmede film dilini yeniden biçimlendirme tavrı dolayısıyla hayrandır. Bütün sanatlarda, yaratıcılığın önkoşulu yeni bir ifade etme tarzının bulunuşudur. Deleuzecü terimlerle bu, kişinin kendi diliyle ilişkisinde minör-oluşunu gerektirir. Hedef kişinin çalıştığı dille ilişkisinde bir göçmen, bir göçebe haline gelmesidir. Proust en iyi kitapların mutlaka bir çeşit yabancı dilde yazıldığını söylemişti ve gerçekten de, Proust’un kendisi bir yana, Kafka, Beckett, hepsi ana dilleri olmayan bir dilde yazdılar. Aslen İsviçreli olan Godard da Fransızca yazar ve filmlerini Fransızca çeker, ancak buradaki mesele onun ulusal kimliği değil. Söz konusu olan daha çok çalıştığı sanatsal ülke ile ilişkisidir. Godard sinema dilinin hâkim biçimleriyle olan ilişkisini bu terimlerle tasvir eder:
Deleuze, Godard'ın yapıtına, yaratıcılığı dolayısıyla ve bir minörite sineması üretmede film dilini yeniden biçimlendirme tavrı dolayısıyla hayrandır. Bütün sanatlarda, yaratıcılığın önkoşulu yeni bir ifade etme tarzının bulunuşudur. Deleuzecü terimlerle bu, kişinin kendi diliyle ilişkisinde minör-oluşunu gerektirir. Hedef kişinin çalıştığı dille ilişkisinde bir göçmen, bir göçebe haline gelmesidir. Proust en iyi kitapların mutlaka bir çeşit yabancı dilde yazıldığını söylemişti ve gerçekten de, Proust’un kendisi bir yana, Kafka, Beckett, hepsi ana dilleri olmayan bir dilde yazdılar. Aslen İsviçreli olan Godard da Fransızca yazar ve filmlerini Fransızca çeker, ancak buradaki mesele onun ulusal kimliği değil. Söz konusu olan daha çok çalıştığı sanatsal ülke ile ilişkisidir. Godard sinema dilinin hâkim biçimleriyle olan ilişkisini bu terimlerle tasvir eder:
"....film insanlarını tamamıyla
yabancı, ecnebi, ilgi çekmeyen insanlar olarak görürüm. Ancak ülkeleri benim
ülkemdir. Neredeyse zorbalar, istilacılar gibidirler... Kendimi, evet
kesinlikle böyle, ülkesi, yani ülkesi olarak gördüğü her ne ise o, yabancılar
tarafından yönetilen bir Fransız direnişçisi gibi düşünürüm. [1]
Deleuze Goddard'ın Vent d'Est'inde geçen bir repliğe öyle hayrandır ki felsefeye yaklaşımında onu bir formüle dönüştürür: *pas une image juste, juste une image* (doğru bir görüntü değil, sırf bir görüntü)...[2] bir filmde ya da bir şarkıda olduğu gibi felsefede de aynen böyledir: doğru fikirler değil, sadece fikirler vardır. Bu deyiş Guattari'yle çalışmasında savunduğu kavramsal yaratıcılığın açık-uçlu ve rizomatik tarzı için bir simge olur. Felsefenin görevinin doğru fikirler üretmek değil, diğer alanlardan fikirlerle yan yana yerleştirildiklerinde daha fazla fikir ortaya çıkarma ihtimali taşıyan fikirleri, içerikleri yakalama, takas etme ve çapraz dölleme yoluyla üretmek olduğunu öne sürerler. Diğer yaklaşım, ‘doğru fikirler’ yaklaşımı, Mao'nun "doğru fikirler nereden gelir?" sorusuna aşikâr bir referans verir. Deleuze ve Godard, 1968 ve 1975 arasında Fransa'da hâkim olan solculuğun Maocu tarzına dâhildiler. Doğru hat politikasını reddedişleri, teşvik ettiği konformizme ve dogmatizme eğilimi reddedişleridir. Daha genel olarak, yaratıcılığa ket vuran düşünsel otoriteye tabi oluşun reddidir bu.
Deleuze, doğru fikirlerin baskın
düşünme kiplerine ya da tesis edilmiş prensiplere uyan fikirler olduğunu ileri
sürer. Onlar, doğrulukları altta yatan bazı prensiplere ya da anlatı formlarına
başvurularak başka yerde kurulmuş fikirlerdir. Estetik ya da politik bir teori,
dini bir öğreti ya da bir tarih felsefesi gerekli meşrulaştırmayı sağlayabilir.
Buna karşın, sadece fikir olan fikirler kendileri dışında hiçbir şeyden
meşrulaştırma talep etmezler. Köksüz ve nihai bir yönü olmayan rizomlar
oluşturarak, diğer fikirlerle bağlantı içinde işlerler. Anlamları, fikirlerin
kendilerine ve birlikte-işlev görme biçimlerine içkindir. Saklı derinlikler
gizlemezler: her şey, olduğu gibi, yüzeyde verilidir. Öyle ki, bir şebeke ya da
başka bir anlam alanına referans içeren hiçbir ‘yorum’ gerektirmezler. Tarzları
bir yabancının tarzıdır, bir tür kekelemedir, düşünülebilecek ya da
söylenebilecek olanın deneysel ve açık uçlu bir keşfidir. Demek ki Godard'ın Sauve Qui Peut (La
Vie)'si iledir: Gizlenen derinlikler, metaforlar ya da imalı anlamlar
yoktur. Film karakterini açıkça seslerin ve görüntülerin bir araya gelmesiyle (assemblage)
sergiler. Her şey yüzeydedir, seslerin, görüntülerin ve onların çeşitli ilişkilerinin
ardışıklığında, birlikte-meydana gelmeler (co-occurence), ayrışmalar ve
tekrarlarda verilidir. Böyle olunca, Godard'ın filmi yorum değil ama tasvir
gerektirir: Bileşen bölümlerinin birlikte-işlev görme (co-function)
tarzı, belki Bin Yayla'da geliştirilen Deleuzeyen çokluklar ve bir araya
getirmeler teorisinin terimleriyle tasvir edilebilir. Bin Yayla'ya
girişlerindeki "Rizom" bölümünde Deleuze ve Guattari iki çeşit biraraya
getirmeyi ayrıştırırlar: İlki, bir merkeze ya da içsel bir birlik prensibine
sahip, bir gövdesi ve ona bağlı iyice tanımlanmış tali kısımları, dalları olan ağaçsı
yapılardır. İkincisi rizom adını verdikleri düzensiz, çimen benzeri
organizmalardır: merkezi olmayan, hiyerarşik olmayan ve gösteren olmayan
(non-signifying). Bir rizom değişken ve asimetrik yollarla düzenlenmiş bir
öğeler çeşitliliğini kaynaştıran belli bir tür çokluktur. Bu bir araya gelmeler
metafiziğine göre, klasik bir gerçekçi film ağaçsı bir yapıya sahiptir: ses ve
görüntünün gerçekçi bir uyumunu içeren bir çizgisel sahneler dizisinin ve güçlü
bir anlatıda birlik prensibi tarafından karakterize edilir. Bunun aksine “Sauve
Qui Peut” ise rizomatik bir film, bir film-rizom'dur.
Godard filminin kapsayıcı tek
bir hâkim anlatısı yoktur ama ana karakterleri, onların birbirleriyle olan
ilişkilerini, işlerini ve hayatlarının sosyal durumlarını içeren küçük
hikayelerin çoğulluğu vardır. Bu mikro-anlatılar, Paul ve Isabelle'in sinema
çıkışı karşılaşması gibi ya da Isabelle'in, Denise'in dairesi için verdiği ilana
cevap vermesi gibi bir dizi tesadüfle birbirlerine bağlanırlar. Bu
mikro-anlatılar, birlikte, filmde resmedilen olayların ve etkileşimlerin anlatı
ortamını sağlarlar. Filmin odağı, hiçbir birleştirici anlatıda değil ancak
gevşekçe ilişkilendirilen sahnelerde ve onların aralarında olup bitenlerde yatar.
Hiçbir içsel prensip filmin dört ayrı bölümünün ardışıklığına hükmedemez.
Sergilenen eyleme dışsal olan bir mantığı takip ettikleri olgusu, her birine
verilen başlıklarla vurgulanır: "Hayali ", "Korku",
"Ticaret" ve "Müzik". Bu bölümler sırasında kürk mantolu
kadın ve inek gibi tek tük rastgele görüntüler vardır ve belirli sahnelerde ses
ve görüntü bazen yapay bileşimlerini açık kılmak için tasarlanmış biçimlerde
yerinden edilir. Örneğin, açılış sahnesinde opera söyleyen birinin sesi yan
odadaki ses olmaktan çıkıp tüm otel lobisini dolduran sese dönüşür. Sonuçta
sesler ve görüntüler, sahneleri noktalayarak ve kendi ritimlerini her türlü
anlatım niyetinden oldukça uzakta kurarak yinelenirler. Bazı yerlerde film,
bisikletçilerin hattı gibi tekrarlanan temalarla ve tempo çeşitlemeleriyle bir
müzik parçasının görsel yapısına sahiptir. Ayrıca uzak çekim boyunca
tekrarlanan, karakterleri "bu müzik de ne?" diye sormaya zorlayan
melodik bir temaya da sahiptir.
Filmin rizomatik karakteri başka
hiçbir yerinde başlıkta olduğu kadar belirgin değildir. Bir söyleşide, Godard
bu filme bir başlık bulmak için oldukça zaman harcadığını söyler. “Önemlidir,”
der, “çünkü bir anlamda başlık filmin yeri yurdudur.” [3] Godard hem ticari bir
isim, 'Herkes Kendi İçin' (Sauve qui Peut) gibi bir formül bulmak hem de
klasik bir başlık vermek, filme 'hayat' (la vie) ya da 'neşe', 'gökyüzü'
ya da 'tutku' ya da böyle şeyler demek istediğinden filmin çift başlığı vardır.
Üstelik çift başlık seçmenin ayrıca, iki parçayı birleştirmenin farklı
olasılıklarından üçüncü, dördüncü, beşinci başlığın da belirişine imkan verme
etkisi yarattığına işaret eder: “Herkes kendi kurgusunu kesin ama aynı zamanda
esnek hatta çelişik anlamlara danışarak bu iki unsurdan inşa edebilir.” [4] Bu
süreç, yani iki başlıktan üç başlığın üretilmesi, Godard'ın filminin işlev
görme şekli için bir gösterge olabilir: İmgelerin daha başka imgeler üretmek
için yanyanalığı. Ağır çekim kullanımı ara-yerde daha çok görüntünün belirmesine
yol açar, dolayısıyla fazladan bir etki, fark doğuran yavaşlığının ve görüntülerin
kombinasyonu sonucu ortaya çıkan soyut imgeyi üretir. Benzer olarak, ses ve
görüntülerin yerinden edilmesi ara-yerde soyut imgeler oluşturur: filmdeki bazı
en etkileyici görüntüler perdede belirmez bile, örneğin kamyon kullanan
Marguerite Duras, ya da fantaziyi yine yanlış anladığı için (kocasını)
azarlayan Monsieur Personne'un karısının görüntüleri. Godard'ın kendisi
"filmin tamamı ve benim sinemamın özü bu mefhumda içerilir. Sinema bir
görüntünün diğerini izlemesi değildir, bir görüntü artı bir başka görüntüdür,
bundan da bir üçüncü görüntü biçimlenir, üçüncü görüntü ek olarak filmle temas
kurduğu anda izleyici tarafından da biçimlendirilir," [5] diye düşünür.
Bir rizom'un başlangıcı ve sonu
yoktur, o hep orta(da)dır. Doğal ortamı şeyler ve yerler arasındaki mekân olan
bir aravarlık, arafasıldır. Rizomatik varoluş, varış ve hareket yerlerinin,
kişilerinin durağan öz-kimliklerine ve katılığına elverişli değildir. Daha çok
iki insan arasındaki ilişkiyi tanımlayabilecek olan arzuların çatışan akışının,
biri ne o ne de başka yerdeykenki yolculuğun belirlenimsiz ve akışkan
karakteristiğidir. Bu anlamda, Godard rizomatik bir duyarlılığa sahiptir, ara-mekânlardan
esinlenir. "Benim için yerler daha ehemmiyetsizken, varolan şey aradır."
[6] Sauve Qui Peut, bize bu ara-yerin çeşitli biçimlerini sunan bir
film. Filmde "ayrılma"nın önemini düşünün: Paul, otelde geçici bir
konaklama için Denise'le paylaştığı daireyi terketmiştir. Daireye dönüp
dönmeyeceği film boyu süren bir sorudur. Ancak Paul için bu Denise'in askıya
almış olduğu ilişkilerini devam ettirmelerine bağlıdır. Denise şehir dışında
farklı bir yaşam denemek için şehirden tümüyle ayrılmak ister. Uzun zamandır
hayalini kurduğu bir projeyi gerçekleştirmek, isim vermek istemediği bir şey
yazmak ister. Son olarak, Isabelle de dairesinden ayrılmak, kendi deyimiyle
"taşraya daha yakın"a taşınmak ister. Tüm ana karakterler, hayatları
akışta olan insanlardır. Yine de film ne zorluklarının kaynağını araştırır ne
de çözümler önerir. Bunun yerine, bize o hayatları oluşturan parçalardan bir
şeyler gösterir: çatışan arzularını, iş, seks ve birbirleriyle olan
ilişkilerini gösterir. Filmin gerçek konusu karakterlerden çok bu ara
unsurlardır. Yaşamları ve problemleri, içinde bulundukları durumlar tarafından
konumlanan mutluluk, arkadaşlık, tutku ve iş sorunlarının keşfedilmesi zarfında
bir çerçevedir yalnızca.
Deleuzcü biraraya gelmeler tipolojisine
göre, yaşamlarımız eş zamanlı olarak iki düzlemde yürütülür: İlki, toplumsal ve
kişisel hayatın katı ve ikili bölümlenmelerini destekleyen ağaçsal bir
örgütlenme zeminidir. Eylem sahamızı sınırlandıran hiyerarşik güç ilişkilerine,
arzuları tutsak alan ve kabul edilebilir ifade biçimlerini kısıtlayan sabit
kimliklere aittir. Çeşitli türlerde özneler gibi inşa edildiğimiz, sosyal
alanımızın; erkek ve kadın, şehir ve taşra, iş ve serbestlik gibi zıtlaşmalar
arasında düzleştirildiği düzlemdir. İkincisi; üzerinde heterojen unsurların
açık uçlu kümeler ve oluş süreçleri tarafından yönetilen rizomatik çokluklar
kurmak için biraraya geldiği "süreklilik düzlemi"dir. Bu düzlemde
bireyleşmenin farklı bir şekli işler: varlıklar (entities) kendilerini oluşturan parçacıkların görece hızlarına ve
yavaşlıklarına göre ve muktedir oldukları yoğunluk derecelerinin etkileriyle tanımlanır.
Burada Deleuze ve Guattari'nin “vakalar” (heccéités)
adını verdiği durumlarla karşılaşırız: bir hüzün anı, bir mevsim, sokakta tesadüfî
bir yakınlaşma ya da bir insanın yüzündeki ifade. Tutkular bu düzlemde, belirli
şeylere karşı ya da taraf olduğumuz duygularımızı ve böylece muktedir
olabildiğimiz eylemleri belirleyerek dolaşırlar.
Yaratıcı dönüşümün
olasılıklarını açarak beliren kaçış çizgileri yalnızca istikrar düzlemindedir. Deleuze
ve Guattari, etik ve ontolojik önceliği, örneğin rizom veya göçebelik şekilleri
gibi, en yüksek seviyede harekete olanak sağlayan varoluş kipleriyle bağdaştırırlar.
Bu anlamda, felsefeleri; yaşamın yaratıcı gücünü olumlayan canlı bir etiği, bazen
bu sanatta ve müzikte bulduğumuz tipteki soyut hatları izleyen inorganik bir
hayat olsa bile, somutlaştırır. Bu iki düzlem Anti-Oedipus'ta ayrıştırılan arzunun
iki kutbuna karşılık gelir: paranoyak ve şizo. Bu ayrım, yazarlar hem arzunun her
iki kutba da yerleşebildiğini hem de ‘hakiki’ arzunun zamansız bağlantılar
kurma kapasitesi sayesinde şizo, moleküler ve devrimci olduğunu söylemek istediklerinden,
arzu mefhumunun kendisine bir müphemlik (ambiguity)
kattı. Benzer bir müphemlik Godard'ın bu arzu felsefesinin yapısını yakından
takip eden filminde hayatın temsiline tesir eder.
Bir seviyede, Sauve Qui Peut,
iş ve yaratıcılığın, aşk ve cinselliğin uzlaşma imkânsızlığını, kısacası
modern toplum koşullarında mutlu bir hayatın imkânsızlığını gösterir. Ana
karakterler hayatın çocukluk ve erginlik, iş ve yaratım, erkeklik ve kadınlık
gibi uzlaşmaz bloklara bölümlenmesiyle mücadele ederler. Başa çıkmanın pek çok
yolunu temsil ederler: Örneğin, Denise'in daha iyi bir şeyi başarma girişimi, şehirdeki
işini ve Paul ile olan imkânsız ilişkisini terk etmesi. Onun bu tavrı,
Isabelle'in kız kardeşinin traji-komik hikâyesi ve bir mücevher dükkânını
soymaya çalışan arkadaşlarıyla ikiye katlanır. Bir de bedenini ve zamanını
satan Isabelle'in ilüzyonlar olmadan ayakta kalmak adına, katlanan kayıtsızlığı
vardır. Son olarak kendi kimliğini sorgulayamayan ve kadınların isteklerine
karşılık olarak saldırganlıktan fazlasını göstermekten aciz, ana erkek karakter
Paul. Godard üç karakterin üç farklı hızda hareket ettiğini söyler: Entelektüelin
görece yüksek hızı, fahişenin vasat hızı ve erkeğin neredeyse hareketsizliği.
Yalnızca kadın karakterler tatminsizliklerini bir kaçış çizgisine dönüştürme
girişimindedir. Filmin molar etiği diğer ikisinin birleşimi sonucu olan üçüncü
başlıkta toparlanabilir: hayattan ne kurtarabilirseniz kurtarın. Günlük
varoluşun hayatı-inkâr eden mevcut koşullarından arta kalan yaşam
parçacıklarını kurtarın.
Aynı zamanda, film hayattan
fragmanları istikrar düzleminde göstererek moleküler bir etik de sunar:
Bedensel yoğunluk anları ya da makine olmadığımızı gösteren kendiliğinden,
özgür etkinliklerin ve eylemlerin zaman zaman başarılışı. Bunlar filmin ilk
hareketinin başlangıcında dış ses olarak geçen Denise'in metninde belirtilen
anlardır. "Hayali". Hayatı "daha seri bir hareket, zamandan geri
çekilen bir kuvvet, daha uzun bir adım, bir düzensizlik spazmı" olarak
tanımlar. Bunlar bedenin onu zorlayan güçlere direnmeyi başardığı, kendi gücünü
ortaya koyduğu ve böyle yapmaktan hoşnut olduğu anlardır. Örneğin Denise'i bisikletinde
yalnız, dağ sahnesini, müziği ve onun kendi gayret ritmini de kapsayan bir anda
yakalanmış görürüz, ya da belki en etkileyicisi olan direniş sahnesinde:
Kadının, iki erkek bisikletçi arasında seçim yapmaya zorlanırken tokatlanması.
Bu son sahnenin şiddeti sadece, Denise’in muazzam, inatçı ve nihai olarak galip
direniş anlayışını kavrayışımızı genişletmeye hizmet eder.
Godard ağır çekimi karakterlerin
hayatlarında bu bedensel yoğunluk anlarını vurgulamak için kullanır.
Yavaşlatılmış görüntülerin ayrıştıran hızı filmin istikrar düzlemindeki
bireysellikleri yalıtmasına imkân verir: kadın-bisiklet-taşra, arabalar-hareket
etme-gece ya da bir başka örnekte kız-top-yakalama. Paul'ün kızı, Cecile, tüm dikkatini
bir futbol topunu yakalamanın heyecanı ve dehşetine vermiş olarak gösterilir.
Babasının kendi ensest arzuları hakkında tutkusuzca konuştuğu dış ses sadece,
kızların futbol oynamasına izin vermeyen ama Cecile’in kayıtsız kaldığı bir
yetişkin cinselliği dâhilindeki Cecile’in kendi zevkini çerçevelemeye yarar.
Filmin teknik düzlemindeki azami hız anları yaşamın maksimum hıza ulaştığı
anları gösterir: çapraz yönde mutlak hız; kaçış çizgileri de olan ‘vaka’lar (heccéité’ler). Bu ağır-çekim tekniğiyle,
film hayatın kendini, öznellikle kurulanın altında bir düzlemde yeniden ortaya
koyduğunu gösterir.
Bu ağır-çekim dizilerinin
çoğunda kadınların yer alması önemlidir. Cinsiyet farkı filmde karakterlerin
yaşamlarını etkileyen en önemli ikili zıtlaşmadır, kadın-erkek ilişkilerini
yaşamanın zorlukları onları dönüştürmekten uzaktır ve açık biçimde erkeklerin
tarafına yerleştirilmiştir. Bu Godard'ın "tüm ilginç karakterler kadın -onlar
daha güçlü öğeler" [7] dediği bir filmdir. Erkek karakterler çoğu bölümde
yoğunluğa fırsat verecek şekilde arzularını ifade etmekte yetersizdir. Çeşitli
yollardan güçsüzdürler: Piaget, örneğin Denise'in eski solcu, şimdiyse
babasının ayak izlerinden devam eden bir arkadaşıdır. Paul açılış sahnesinde
başka bir erkeğin ona olan arzusundan savunmayla uzaklaşırken ama futbol sahası
sahnesinde de kızıyla bedensel yakınlaşmasının imkânsızlığından şikâyet ederken
gösterilir. Kendi arzularıyla yüzleşememelerine verdikleri yaygın cevap
şiddettir. Bu nedenle sonlardaki ağır-çekim sahnede, Paul Denise’e olan
arzusunu, kendini masanın üzerinden fırlatıp her ikisini de yere indirmeye
tercüme eder.
Kadınlara yönelik eril
saldırganlığı sahneleri film boyunca yinelenir. Paul'ün karısı ve kızıyla
etkileşimindeki sembolik şiddetten bisikletçilerin ve Isabelle'in
pezevenklerinin fiziksel şiddetine kadar sıralanırlar. Üçüncü bölüm her ne
kadar 'Ticaret' başlıklıysa da kadınlara yönelik erkek tavrının en ürpertici
tarifini verir. Burada erkek saldırganlığı kadın bedeninin boş kayıtsız
yüzeyinde canlandırılır. "Tüm istedikleri seni aşağılamak." der
Isabelle kız kardeşine. Sözleri kadınların ağzına koyan ayrı ayrı erkek
(pezevenkler, müşteriler) sahneleri vardır. Bunlar önceki 'parole de femme' (kadın
sözü) ve Paul'ün Marguerite Duras'ın sözlerini yinelemesi tartışmasında
kasvetli bir kontrpuanda bulunurlar. Erkeklik katı ama boş bir maske, kötü ve
önemsiz olarak gösterilmiştir.
Bu bölümün cinsel kurguyu içeren
ana sahnesi, filmdeki en güçlü ve sıkça yanlış anlaşılanlar sahnelerden biridir.
Terimin katı Deleuzecü anlamıyla bir bir araya gelmedir (assemblage). İlkin,
her bir araya gelmenin iki unsurunu oluşturan şeyleri, bir bedenler düzenlemesiyle
bir sesler dizisini bir araya getirir. ‘Her bir bir araya gelmenin dışavurumunu
ve içeriğini araştırmak, esas ayrımlarını, karşılıklı varsayımlarını, parça
parça girişlerini değerlendirmek gerekir’. [8] İkinci olarak, yukarıda tasvir
edilen her iki düzlemde de işlediğinden şimdiye kadarki bir araya gelme tanımlarına
uyar. Öncelikle, konfigürasyonu masasına oturmuş büyük despotla tanımlanan molar
bir bir araya gelmedir. Cinsiyet ve güç hiyerarşilerine göre yapılandırılmıştır:
erkekler göreli güçlerine göre tamamen ve kısmen giyiniktir; kadınların bedenleri
yoluyla cinsel hizmetleri takas ederler. Buraya kadarıyla, resmî ve baskın
erkek cinselliği terimleriyle söylenirse o bir seks makinesidir. Yine de daire
bu terimlerle tamamlanmaz: sonunda kırılır. Emirleri veren patron karşılığında kabul
edilir hiçbir cinsel hizmet alamaz. Bunun yerine, patron kendi dudaklarına ruj
sürmesini Isabelle'den ister ve eğer gülümsersem beni öp der. Makine sapkına
döner. Esas işlevi öbür düzlemdedir. Isabelle'in ifade zincirinde
belirginleştirilmesiyle can alıcı kırılma ortaya çıkar. Diğerlerinin onama
sesleri çıkarması gereken yerde onun çıkardığı ses bir kınama sesidir. Bir
belirtmenin eklendiği tek sestir: Ona "Hey, biri sana metroda dokunur
gibi." demesi söylenir. Bu hafifseyen ses ve jest Isabelle'i herhangi bir doğrudan
haz dairesinden koparır.
"Eğer gülümserse." Ama
tabii gülümsemez ve asla gülümsemeyecektir. Bu sanal öpüşmenin gerçekleşmesi bu
gülümsemeyi üretemeyen bir yüzdeki incelik hareketine bağlı kılınmıştır. Bunu, bir
araya gelmenin örgütlenme düzleminde işleyen erkek arzunun normal bir dairesini
yeniden üretmemesi, ama istikrar düzleminde işleyen sapkın bir arzuyu yeniden üretmesi
izler. Patronun yüzünün bir kadın oluşunu tamamlamak için kurulmuştur. Özel
nedensel doğası ve yegâne amacı erkek çehresini yersizyurdsuzlaştırma
olasılığını yaratmaktır. Bir araya gelmeye bir bütün olarak yöneten soyut kaçış
çizgisidir. Bu bakımdan da Godard'ın makinesi Deleuzecü hayat felsefesiyle
örtüşür. Tam olarak molar özneleştirme figürlerinden kaçmak için, esasında
moleküler düzlemde işler. Patronun yüzü tüm bunların bir ikonu, hissiz ve ölü
bir güç maskesidir. Sanat tarihi ataerkil arzuyu
yapılandırmada yüzün önemini doğrular, öyleyse yersizyurdsuzlaştırmanın
patronun yüzünde olması uygundur.
Deleuze ve Guattari’nin terimi
kullandığıkları anlamıyla ‘oluş’, öznesi ve sonu olmayan bir süreçtir. Tanım
olarak kültürel normdan uzak bir dönüşüm sürecidir, bu nedenle de bozguncudur.
Minörlük (azınlık?) güçlerinin majörlük (çoğunluk?) öğeleri tarafından
kapılmasını içermez, ne de taklidi veya birşeyin bir başka şeyler
özdeşleşmesini içerir. Daha çok, bir komşuluk (*voisinage*) ilişkileri
meselesidir; kişinin olacağı şeyi ve aracılığıyla olduğu şeyi karakterize eden
hız ve yavaşlık ilişkilerini kendi tasarrufundaki -farkını gösteren- öğelerle
yeniden yaratması meselesidir. Bir dansçı kuşların hareketlerini taklit ederek
kuş oluşa geçmez. Bir oluş kendi başına bir olaydır. O bir ‘vaka’dır (heccéité’dir).
Arzunun, veya hayatın kendisinin sürecidir. Deleuze ve Guattari için,
kadın-oluş diğer olası yersizyurdsuzlaşma formları arasında bir önceliğe
sahiptir. Kadının öteki olarak kültürel figürünün önemi, öznelliğin molar
formlarından her kaçışta onu başlangıçta gerekli kuantum sıçraması yapar.
Godard'ın filminde patronun yüzü
kadın yüzünün, herhangi bir biçimde tesir etmekten yoksun, tam antitezidir.
Böyle bir yüze ruj sürmek, kadın-oluşun yüzeysel bir parodisinden,
müzik-salonuna sürüklenme versiyonundan başka birşey içermez. Dolayısıyla,
yüzün kendisinin değil ancak ardındaki arzu konfigürasyonunun gerçek bir
dönüşüm olasılığını ortaya attığı için önemli olan ikinci talimattır. Gülümsemenin
önemi budur: gülümseyebilmek ve ardından öpülmek özgür, kendiliğinden bir etki
değişimi, eril konfigürasyonun geçiş vermediği bir arzu akımı kazanmak.
Patronun başarmak isteyip de yapamadığı budur, ancak bir kadının yüzünü taklit
edebilmektedir. Kurmuş olduğu bir araya gelme yalnızca ruj seviyesinde
işleyebilir. Son çekimde çiçeklerle çevrelenmiş iki zıt kutup gibi yüzünü
Isabelle'inkine birleştiren patronun sınırlandırmaları erkekliğinin
sınırlandırmalarıdır. Isabelle "O fildişi yüze baktım ve gölgelenmiş bir
gururun, öfkeli gücün, sefil korkunun ve de büyük ve onanmaz bir umutsuzluğun
ifadesini gördüm." der. Niyetlenilen kaçış çizgisi kaybetmeye mahkûmdur.
Patronun kadın-oluşu üretme makinası acınacak bir sahtelikten başka bir şey
değildir. Herhangi bir yaşamsal arzuyu deneyimlemekte yetersiz kalır.
Sauve Qui Peut bu erillik ikilemine hiçbir çözüm önermez. Duygusal
soğukluğun karamsar yargısı der ki: hassas entelektüel erkek için hiçbir ileri
adım tavsiye edilmez. Müzik başlığını taşıyan final sahnesinde Paul'ün Denise’den
bir yanıt alabilmek için istasyondaki patetik bekleyişi Denise’in gidişiyle
zaten biter. Filmin sonundaki yapmacık ölümü, karısından ve kızından gördüğü benzer
kayıtsızlığı aydınlığa kavuşturur. Anne bunun artık onların derdi olmadığını
söyler. Karamsarlığına rağmen film en azından farkın tanınmasında tutarlıdır.
Problemler erkek ve kadınlar için aynı değildir ve erkeklerin değişiklikle başa
çıkmaktaki yetersizliği onların sorunudur. Kadınların bakış açısına göre bu
kuru gürültüden başka bir şey değildir. Zaten başka bir yerdedirler. Filmin
kabaca yapay bitişinde hatırı sayılır bir ironi vardır: Orta yaşlı erkek film
yapımcılarının kendine acımanın olası her saklı rengini parçalayan bir alayla
kendi üzerine döner.
Nihai olarak, erkek durumuna
yönelik bu karamsarlık yalnızca dar bir çerçevede sınırlandırılmaz aynı zamanda
her ne kadar kadınsı olagelmişse de hayata dair bir iyimserlikle de
karşılaştırılır. Filmin kendisi sona doğru canlandırıcı bir ritim kurar:
görüntüler artan serilikte (bisikletçiler hattı, Denise bisikleti üzerinde),
olmayan müzik ağır-çekimde son kez ekranda belirene dek yinelenirler. Francis
Bacon üzerine kitabında Deleuze, Cezanne'ın hayatın dehşetini haykırdığı biçimi
tasvir eder ancak aynı soluk çizgilerin ve renklerin neşesini de belirtir.
Deleuze tabloların görsel duyuma canlı bir ritim kazandırarak ussal bir
karamsarlığı sinirsel bir iyimserliğe dönüştürdüğünü ileri sürer.[9] Godard
benzer bir ritmi filmini oluşturan seslerin ve görüntülerin ardışıklığına
kazandırır. Sonuç etkileyici bir iyimserlik ve yaşamın kendini her şeyden önce
etkin bir kendi-oluşla uğraşan kadın imgelerine kattığının doğrulanmasıdır.
Çeviren: Zeynep Cem
1. Colin MacCabe, “Godard:
Images, Sounds, Politics” (London: BFI, 1980) s.48.
2. “Dialogues with Claire Parnet”
(1977) ing. Çev. Hugh Tomlinson and Barbara Habberjam (London: Athlone Press,
1987) s.9. [Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Y., Haziran 1990, s. 24.]
3. Jean-Luc Godard, Interview in “Framework”,
no. 13, 1980, s.10.
4. Framework, 13, s.1O.
5. Framework, 13 s.10.
6. MacCabe, s. 77.
7. Framework, 13, s. ll.
8. Deleuze, and Guattari, “A
Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia” (1980) ing. çev.. Brian
Massumi (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1987) s.504. [Kapitalizm
ve Şizofreni 1, Bin Yayla, Göçebilimi İncelemesi: Savaş Makinası, çev. Ali
Akay, Bağlam Y., Temmuz 1990 ve Kapitalizm ve Şizofreni 2, Bin Yayla, Kapma
Aygıtı, çev. Ali Akay, Bağlam Y., Nisan 1993]
9. Deleuze, “Francis Bacon.
Logique de la Sensation, Vol.l” (Paris: Editions de la différence, 1981) s.
31, 37.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder